Farklı afet türlerine maruz kalan Türkiye’de kentlerin güvenliği için afet politikalarının nasıl ele alınacağı önemli bir sorun teşkil etmektedir. Özellikle son yıllarda yaşanan deprem, sel ve heyelan felaketleri sebebiyle kentlerin ekonomik, sosyal ve fiziki altyapısı kesintiye uğramış, büyük miktarda can ve mal kayıpları yaşanmıştır. Yakın gelecek için yapılan afet kestirimleri de afet politikalarının risk azaltımına katkı koyması gereğini desteklemektedir.
1999 depremlerinin ağır sonuçlarının görüldüğü Marmara Bölgesi’ndeki afete yönelik uygulamalar incelenirse, gelecek afet öngörüleri için yapılan hazırlıkların ve kapsamlarının yeterliliği konusu mutlaka değerlendirilmelidir. Bu örnek üzerinden gidildiğinde ve İstanbul’da 26 Eylül 2019’da yaşanan depremin ardından, afet risklerini azaltmaya yönelik bir anlayışın yönetimler ve topluma yerleşmesi gerekliliği konusu yeniden gündeme gelmiştir. Buradan hareketle, günümüz toplumlarında afet politikalarının risk azaltımına hizmet etmesinin nasıl sağlanabileceği ve buna nelerin engel teşkil ettiği açıklanması gereği bu yazının temelini oluşturmaktadır.
İlk bakışta, gelişmiş ülkelerin kurumsallaşmış bir yapısının, dolayısıyla güçlü bir afet yönetimi kapasitenin varlığından söz edilebilir; buna karşın, gelişmekte olan ülkelerde afetlerin istenmeyen sonuçlarıyla başa çıkabilme politiğinin yerleştirilmesi ve toplumun bunu kabul etmesi kolay olmadığı ileri sürülebilir. Küresel ölçekte bu genellemeyi bozan örneklerin varlığına ve iyi uygulamaların giderek artmasına karşın, farklı ülkelerde afet politiğinin oluşumunda kentsel riskleri artıran benzer unsurlar bulunmaktadır. Afet planlaması bakımından rasyonel bir risk azaltma yaklaşımının yerleşmesine ve kentlerin dirençli hale gelmesine nelerin engel teşkil ettiği açıklanması gereği doğmuştur.
Üst kararlardan kaynaklı sorunlar
Merkezi yönetimler, ülkelerinin politikalarını afet sonrası anlayışa göre şekillendirdiğinde, kent düzeyindeki düzenleyici kararlar da bunlara paralel oluşur. Özellikle kriz ortamında, alınan üst kararlar doğrultusunda toplum yönlendirilir. Böyle bir durumda, toplumlar, yeni olanak ve talep edebileceği yeni çözümlerle tanışamaz. Devletler politikalarını ve kaynaklarını afet sonrası koşullara göre göre seferber ettiği takdirde, afete maruz kalan kesimler, bu kaynakların bölüşümüyle yetinmek zorunda kalır.
Popülist politikalar
Popülist karar verme biçimi, farklı düzeydeki yönetimlerce afete maruz kalan alanlarda da ortaya çıkabilmektedir. Yönetimler, afet öncesi politikaları izlemek yerine afet sonrası yaptığı yardımlar ile etkilenen kesimlerin kendi koruma ve önleme bilinçlerini yaratmalarının önüne geçebilir. Bu yaklaşımların hâkim olduğu durumlarda, afetlerden etkilenen hane halklarının da afet sonrası yardımlardan uzaklaşıp, uzun-erimli çözümlere yönelmesi ve bunlara kaynak ayırması mümkün olmayacaktır. Özetle, popülist politikaların yaygınlaşması, afet planlamasının akılcı bir biçimde oluşmasına ve toplumda farkındalığın yaratılmasına sekte vuracaktır.
Belirsiz bir gelecek için yatırım yapmaktan kaçınma
Yönetimler, kendi iktidarları döneminde oluşması kesin olmayan durumlar karşısında, yatırım yapmaktan kaçınabilirler. Burada, elindeki kaynakları seferber etmesi, sonuçları hemen alınmayacak bir durum için ‘zarar etme’ olarak görülebilir. Bu durum özellikle, sınırlı gelirleri olan yereldeki yönetimlere göre, sakınım kentli için fark edilmeyen ve sonuçları hemen alınmayan bir yatırım olmanın ötesine geçememektedir ve kentsel risklerle baş etme konusu sonraki dönem yöneticilerine ötelenmektedir. Yönetimler, afet sonrası toplumlara yardım yapma kanalıyla sahiplenici bir rol üstlenerek politik varlığını sürdürebilirken, afet öncesi fark edilmeyen yatırım yaparak kaynakların tüketilmesini önlemiş olmakla toplumda benzer bir algı yaratamayabilir.
Toplumsal hafızanın yeterince gelişmemiş olması
Bireylerin belirsiz bir durum veya olgu karşısında geliştirdikleri yanıt mekanizması, daha yakın veya kesin durumlara göre geliştirdikleri mekanizmalardan farklılaşır. Bireyler de yönetimler gibi, düşük olasılıklı yüksek sonuçlu durumlar karşısında rasyonel davranmanın ötesinde, tamamen riskli alanlarda da yaşamını sürdürebilirler. Bu sonuca yol açan sosyolojik etmenlerin en önemlilerinden birisi toplumsal hafıza konusudur. Toplumun yaşanmış afetler için hafızasını canlı tutacağı bir kentsel imge yaratılamamış olması, kendinden sonraki jenerasyonların düşük olasılıklı riskleri yaşamaması ve diğer nesillerin böyle bir toplu belleğe sahip olmaması da önleme kültürünün gerektirdiği bilincin yaratılmamasına neden olmaktadır. Ek olarak, toplumun geleceğin ‘daha iyi’ olacağı konusunda endişe duyması, gelecekte de benzer afetler için ümitsiz olması ve değiştirilemezlik düşüncesi ile toplumsal ilerleme sağlamak olanaklı değildir. Yönetimlerin böyle bir karamsarlığı silmesi ve toplumun dirençliliğin inşasına katkı vermesi için ikna edilmesi gerekmektedir. Aksi halde, kestirilemeyen bir zaman diliminde edinilecek fayda için böyle bir önleme kültürünün yaratılması olanaksızdır.
Sosyoekonomik eşitsizlikler
Toplumun her kesimi devletlerin afet sonrası yaptığı karşılıksız yardımların yerine önleme politikalarının getirdiği maliyetini üstlenebilecek sosyoekonomik düzeye sahip olmayabilir. Başta metropoller olmak üzere kentler sosyal yapıları bakımından heterojendir. Gelir düzeyi, etnik köken, eğitim durumu gibi heterojenlik yaratan koşullar farklı grupların benzer şekilde davranmasını zorlaştırmaktadır. Böylesi çeşitliliğe sahip bir toplumun tamamının afet öncesi yaklaşıma adapte olması ve bunun getireceği maliyetleri üstlenmesi de beklenemez. Üstelik, sosyoekonomik ayrışma kentsel direncin korunmasını da zorlaştırmaktadır. Kırılgan gruplar alt gelir düzeyine sahip ise, kısa-erimli müdahalelerin öngörülemeyen bir zaman diliminde sonuçlarının çıkardığı maliyeti karşılamak yerine, yönetimlerin afet döneminde zararlarını karşılamasını bekleyebilir. Bu tip bir yardım alıcı konumda, hane halkları tutumunu değiştirmez ve kısıtlı bütçelerinin bir bölümünü böyle bir maliyete ayırmayı kabul etmez.
Sistemin karmaşık yapısıı
Sistemde çok fazla aktör yer alması ve bunlar arasında eşgüdümü sağlayan bir mekanizmanın olmaması da sistemin uzun dönemde fayda getirecek politikalara yönelmesini engelleyebilir. Karar verme süreçleri açısından, kurumlararası belirsizliğin görülmesi ve hangi aktörün elindeki kaynakların toplumsal sorunların çözümünde kullanılacağı konuları belirsiz kalabilir. Bu durum ise, bireylerin karmaşık çözümlerden uzaklaşıp, kolaycılığa ve doğrudan yardım alan konumuna yönelmesine yol açabilecektir.
Sonuçları açık bir biçimde görülen 1999 depremleri ardından kentlerin yeniden yapılanması için ayrılan kaynakların sakınım planlaması doğrultusunda kullanılması gerekliliği yaşanan diğer afetlerde hissedilmektedir. Bahsi geçen engeller üzerinden yapılacak bir değerlendirmede, 1999 depremlerinin üstünden geçen yirmi yılda, daha önce yapılanmamış birtakım yasal, kurumsal ve fiziki projenin hayata geçtiğini ve ilk bakışta toplumsal farkındalığın arttığı düşünülebilir. Ancak, bunların yönetsel bakımdan ve toplum düzeyinde kolektif bir kapasite gelişmesine nasıl katkı koyduğunu izlemek gereklidir. Sonuç olarak, uzmanlar, karar vericiler ve toplum arasında yeni bir etkileşim süreci oluşturulmalıdır. Risklere karşın planlama yöntemleri geliştirilmelidir ve riskleri azaltmayı hedefleyen afet politikalarının biçimlenişindeki etkenlere dikkat edilmelidir.