Her şeyi delip geçecek hakikat ışığı

Yazan
Seval Şahin
Söyleşi: Suat Duman
Yazının Okunma Süresi
11 dakika

Suç dediğimiz şeyin polisiyenin temel malzemesi olduğu ortada. Sen de Türkiye’de polisiye yazınına akademik düzeyde eğilen az sayıda isimden birisin.  Diğer taraftan Türk edebiyatında suç ve onu çevreleyen kavramlar bütünü sadece polisiyenin ilgi alanına girmiyor haliyle. Bütün olarak edebiyatımızın suç, suçluluk, adaletle olan alışverişi nerede başlıyor, ne gibi süreçlerden geçiyor? 

Suç hele de suçluluğun ele alınmadığı bir esere sadece bizde değil dünya edebiyatında da rastlamamak çok zor. Suç yalan da olabilir, iffetsizlik de cinayet de. Ancak suçu belirleyen toplumsal normlar. Bu normun dışında çıkıldığında siz "suçlu" oluyorsunuz, sizin adınıza konuşan bir mekanizma bu şekilde karar veriyor. Suç ve edebiyat ilişkisinin bizim edebiyatımızdaki aksi deyince benim aklıma ilk Peyami Safa geliyor. Tüm Peyami Safa edebiyatı habisliğin, kötücüllüğün kol gezdiği bir edebiyattır. Suç her yerdedir, kahramanlar suçlarını o kadar doğallıkla işlerler ki bir süre sonra acaba suç gerçekten neydi diye düşünmeye başlarız. Oğuz Atay'a bakalım mesela. Topluma uyum sağlayamayan aydının kendi bölgesini yaratmak için kurduğu oyunlara. Bu oyunlarda suç baş köşededir. Ancak kahraman tüm yalanlarına hatta kendine söylediği yalanlara bile olsa bağışıklık kazanamaz. O halde burada suçlu kimdir? Düzeni sağlayan ve korumayı kafasına koyanlara karşı oyunlarla kafa tutanlar mı yoksa bu sıkıcı habaseti devam ettirenler mi? Bizim ve tabii yazarın nerede durduğu ve durduğu yerden nereye baktığı da önemli suç ve edebiyat ilişkisinde. Otomatik Portakal'da artık suç işleyemediği için mutsuz, sıkıcı ve sıradan birine dönüşen kahraman kendiyle karşılaşmaya da tahammül edemez hale gelir, fakat tahammül edemediği suçsuzluktur aslında.

Suç kutsal kitaplardan itibaren tanımlanıyor. Devlet ve idare tanımlar koymakla görevini yaptığını düşünüyor fakat suçu anlamak sonunda hep felsefeye ve edebiyata kalıyor. Romeo ve Julyet’ten Dante’nin İlahi Komedya’sına, Suç ve Ceza’ya, Soğukkanlılıkla’ya, Yaşar Kemal’in suçlu psikolojisini enine boyuna işlediği İnce Memed’e, Demirciler Çarşısı Cinayeti’ne dek tür ayırt etmeksizin edebiyatın belki başat teması, suçluluk, sonsuz adalet. Suçlu dediğimiz insan, bu eylemiyle hukuk’u olduğu kadar, edebiyatı da kışkırtıyor galiba. 

Kışkırtmaz olur mu! Suçlu her zaman normlarla sorunu olan biri. Normun karşısında durduğu ve "normal"in dışına çıktığı için de cezalandırılması gerekiyor. Kimi zaman Halit Ziya'nın Aşk-ı Memnû'sunda olduğu gibi yazar bizzat kahramanını cezalandırıyor kimi zaman da cezayı adalet veriyor. Adaleti sağlamak için bir suçluya da her zaman ihtiyaç var. Tabii bunun beraberinde suçluyu alt edecek mekanizmaya, ehlileştirmeye, korku salmaya, sürekli norm belirlemeye de ihtiyaç var. Suç varsa kocaman toplumsal bir mekanizma da var. Edebiyat kimi zaman bu çarkın sürekli işlemesine kimi zaman da çarkı paramparça etmeye yarıyor. Bu noktada yazarın nerede durmayı tercih ettiği önemli. Toplumsal düzenden mi yoksa toplumsal adaletten mi bahsetmek istiyorsunuz, bu konuda da bir yazar olarak tercihinizi yapmak zorundasınız. Edebiyatın suç ile ilişkisinde oldukça eylemsel bir durum bu.

Suç sadece bireyin eyleminden ibaret değil elbette. Ernest Mandel’ın Hoş Cinayet kitabında sendikacı yazar Gus Tyler’dan yaptığı bir alıntı var. “Şiddet örgütlü suçun başlıca amacı değil, kârı en çoğa çıkarma hedefinin araçlarından biridir,” diyor. Dedektif hikâyelerinde çoklukla bireysel suç ve onun tekil mağdurlarını görürüz. Polisiye edebiyat örgütlü suç’u, devlet şiddetini biraz ihmal ediyor olabilir mi? Politik polisiye dünyada da bizdeki gibi üvey evlat mı, ne dersin?

Politik polisiye için ülkemiz oldukça verimli, fakat polisiye yazarlarının bu konuda aynı verimi gösterdiğini söylemek biraz zor. Bizde polisiyede politikadan çok tarih ve kent dokusu ön plana çıkıyor. Bu da yazarın kendi kaçamağını oluşturuyor gibi geliyor bana. Dünyada ise özellikle Latin Amerika ve Nordik ülkelerinde politik polisiye başlı başına önemli bir tür olarak görünüyor. Polisiyenin toplumsal olanla, toplumsal adaletle ilişkisi her zaman var. Şiddet de bundan bağımsız değil. Şiddetin her zaman silahlarla ve yumruklarla olmasa da polisiyelerde bir atmosfer halinde bulunduğunu söylemek mümkün. Politik polisiye üvey evlat değil bence. Çünkü polisiye ne kadar uzak durmaya çalışsa da politik olandan kendini soyutlayabilecek bir tür değil.

Osmanlı Polisiyeleri dizisi hazırladınız, değerli hocalarımız Didem Ardalı Büyükarman ve Banu Öztürk ile beraber. Çok değerli bir çalışma, bir kez daha ve tüm polisiye severler adına teşekkür ederim. Bu çalışmayla daha yakından gördük ki polisiye bizde de Batı’yla hemen hemen aynı tarihlerde yazılmaya başlıyor ve daha önemlisi çok da kaliteli örnekleri veriliyor. Polisiye on dokuzuncu yüzyılın son çeyreğini neden bekledi, dünyada ve bizde ne oldu da polisiye ansızın popüler bir tür olarak beliriverdi?

Çok teşekkürler. Biz üç polisiye sever bu işe giriştik ve eski dönemlere ait yeni polisiyeler de yayımlamaya devam edeceğiz. Polisiyenin ortaya çıkışı için modernliği ve modernliğin kalabalığını, bu kalabalığı barındıran kentleri beklemek gerekiyordu. Kentlerin tekinsizliği, ışıklandırılan sokaklara rağmen görünmez olanın esrarı, kalabalıklara rağmen bireyin kendi izini yaratabilme tutkusu polisiyenin ortaya çıkmasını sağladı. Fotoğraf, psikanaliz, kolluk güçleri, sigortalar, kanunlar ve adalet mekanizmalarıyla polisiye de kendine bir yer edindi. Kalabalık ve tekinsizliğin ilacı olarak da dedektifler ve polisler suçluları yakalayarak asayişi temin eden yeni toplumsal figürler olarak yerlerini aldılar. Yani aslında bu, birdenbire olmadı, modernleşme başlangıcımız ile polisiye başlangıcımız birlikte başladı.

Cinai Meseleler’de detayları ile incelemiştin gerçi, yine de sorayım, Osmanlı’nın yüzyıl başında düştüğü yönetimsel zaaf, vatanı ve ümmeti/milleti hasta yatağından kaldırmak isteyen önderler ve yeni fikirler, İttihat ve Terakki, sonrasında hemen tüm olasılıkları şahsında birleştiren ve tüm tartışmaları bitiren Cumhuriyet. Polisiye yazını bu süreçte nasıl bir işlev üstlendi? Bu dönem milletin/vatanın yeniden tanımlandığı bir dönemdi, suç da yeniden tanımlandı mı?

Benim Cinai Meseleler'i yazarken aklımda hep Benedict Anderson'ın kafa açıcı kitabı Hayali Cemaatler vardı. Anderson, burada ulusun hayal edilmiş bir cemaat olduğunu söylüyor. Bizim ilk dönem polisiyelerdeki çeteler de ulus oluşumundaki bir prototip gibiler. Onların da tıpkı ulus gibi kendilerine has bir sözlükleri, yardımlaşma dernekleri, bürokrasi kurumları, kuralları hatta çete liderinin heykelleri var. Kemalizmin bir ideoloji olarak ortaya çıktığı 1930'lu yıllara kadar polisiye, homojen bir toplum oluşturmak için halkı manipüle etme araçlarından biri. Sonrasında bu Cumhuriyetin kendi bireyini yaratma sürecinde de ulus-devlet inşasına hizmet eden bir mekanizmaya dönüşüyor. Peyami Safa'nın Server Bedi takma adıyla yazdığı Cingöz Recai serileri incinen ulusal gururun onarılmasına hizmet eder. Cingöz Recai'nin kimliğinde yeni, Batılı, eğitimli ve toplumsal düzeni sağlamak için gerektiğinde polisle işbirliği yapan bir figür ortaya çıkar. Bu figür, toplum içinde toplumun kendi kendini denetimini sağlamak gibi bir görevi de beraberinde getirecektir. Örnek vatandaş yaratmanın bir başka yolunun mümkünlüğü de bu sayede verilmiş olur.

Suç’un okurdaki karşılığı da değişti mi sence? Daha vahşi cinayetlerin daha ayrıntılı yazıldığı, adeta bir çeşit vahşet pornografisine dönüşen metinlere denk geliyorum. Hem bizde hem çeviri metinlerde. Bu biraz da okurun talebi gibi geliyor bana. Dedektifin zekâ gösterisi yerini katilin gösterisine terk etti sanki. 

Suçun okurdaki karşılığı çeşitlendi diyebiliriz. Teknolojinin, hackerlar'ın, finans savaşlarının, ekonomik krizlerin, devletler arası gizli antlaşmaların çoğaldığı, çevre kirliliğinin arttığı ve doğal kaynakların giderek yok edildiği bir dönemde hem farklı suçlarla karşılaşıyoruz hem de şiddetin de türü farklılaşıyor. İşyerlerinde mobbing uygulamalarından tut da aile içi şiddet ve cinsel istismardan eril tahakküm sebebiyle kadınların uğradığı sadece fiziksel şiddeti değil psikolojik şiddeti de doğal sayan bir zihniyet var. Bu durumda polisiye farklı kulvarlara açılıyor. Zekâ yine önemli ama katilin, suçlunun kim olduğu ve işlediğinin de suç olup olmadığını değerlendirmek başka bir şekle büründü. Bu durumda şiddetin pornografisi toplumsal gerçeklik de edinmiş olabilir. Yazarın görevi de bunu göstermek ise sadece okur talebi değil var olan durumun aşikâr hale getirilmesi de diyebiliriz buna.

Polisiye yazını biraz da mevcut hukuk düzeniyle paralel bir işleyişi takip etmek durumunda. Parmak izinin kişiye sıkı sıkıya bağlı şaşmaz bir imza olduğunun keşfi, polisin çalışmasını da değiştirdi, onun yazınını da. Bizdeki asıl sorunsa dedektif denilen tipin hukuk düzenimizde bulunmamasıydı. Bir kült olarak emniyet teşkilatı suçla mücadele ediyor. Bağımsız bir dedektiflik kurumu bulunmuyor. Bu, yazınımızı eksik bıraktı gibi geliyor bana. Ne dedektiflerimiz inandırıcı olabildi ne de polis karakterlerimiz dedektif gibi davranabildi. Katılır mısın buna, ne düşünüyorsun bu konuda?

Evet. Çünkü bizde güvenlik söz konusu olduğunda polis ya da senin de belirttiğin gibi polis olmasa da polis gibi davranan "dedektifler" oldu. Hukuk sistemi polisiyenin başlangıçtaki yapısını oldukça etkiliyor. Ahmet Mithat'ın Esrâr-ı Cinayât'ı sadece ilk polisiyemiz değildir, eserin II. Abdülhamit dönemi değişen hukuk sistemini övmek gibi bir görevi de vardır. Sonrasında da polisiyelerde hukuk sistemindeki bir karışıklıktan hep bahsedilir. Aynı suçu işleyenler farklı cezalara çarptırılırlar. Devletten bağımsız bir asayiş sağlayıcısı kimliği Türkiye'de dedektiflerden çok gazeteciler aracılığıyla oldu ama onlar da bir süre sonra yerlerini terk ettiler. Geriye ise polis olan ama "klasik" polis tanımına uymayan, onlara dayatılan sistemle sorunlar yaşayan polisleri yarattı, hâlâ da çoğunlukla bu minvalde gidiliyor.

Bu söyleşi Bilim ve Ütopya'nın Haziran 2018 sayısında yayımlanmıştır.

 

Edebiyat