Oswald Spengler’in (1880-1936) Der Untergang des Abendlandes (Batı’nın Çöküşü, 2 Cilt, 1918-1922) adlı eserinin yayımlanmasından sonra tarih biliminin gizil bir işlevi daha açığa çıkmıştır: “Geleceği öngörmek ve tasarlamak!”
XX. yüzyılın Anglo-Sakson tarihçilerinden Arnold Joseph Toynbee (1889-1975), Bernard Lewis (1916-2018) ve Samuel P. Huntington (1927-2008), muhtelif eserlerinde bu işlevi giderek geliştirmiş ve sonuçta, tarih çalışmalarına [daha önce İbn Haldûn’un (1332-1406) Mukaddime’sinde bir örneğine rastladığımız] yeni bir boyut kazandırmışlardır.
Söz konusu tarihçileri, bu “yeni yaklaşım”a yönelten temel sorun şudur: “Batı Uygarlığı (daha önceki uygarlıkların da başına geldiği üzere) çökmekte ve dağılmaktadır. Bugüne kadar varlığa gelmiş uygarlıkların en mütekâmili Batı Uygarlığı olduğuna göre, bu gidişat nasıl durdurulabilir veya değiştirilebilir?”
[Aslında bu sorun, Doğu Uygarlığı’na mensup tarihçiler için çok da yabancı değildir: Nitekim, XVII. yüzyıl Osmanlı Tarihçileri’nden Kâtib Çelebi (1609-1657), Mukaddime’den mülhem olarak bu soruyu İslam Uygarlığı için sormuş ve yanıtını araştırmıştır].
Burada, Anglo-Sakson tarihçilerin bu sorunu çözmeye yönelik yaklaşım biçimlerini tartışacak ve vermiş oldukları yanıtları sorgulayacak değilim; ama günümüzü ve makalemizin konusunu çok alakadar ettiği için Toynbee’nin Civilization on Trial (Uygarlık Yargılanıyor, 1948) adlı tarih çalışmasında sorunun nasıl göründüğünü buraya aktaracağım:
“Bugünkü durumumuz gerçekten korkunç. Eriştiğimiz bilginin ışığında tarihsel görünüşümüzü incelediğimizde, insan türlerinin toplumlarını oluşturmak için tarihin kendini yirmi kez tekrarladığını, bizimki dışında, uygarlık denilen insan toplumu temsilcilerinin hepsinin ya ölü ya da can çekişmekte olduğunu biliyoruz[1]. Üstelik, bu ölü ya da ölmek üzere olan uygarlıkların tarihini derinliğine inceleyip, birbirleriyle karşılaştırdığımızda çözülme, gerileme ve yıkılmalarında tekrarlama düzenine uygun belirtilerin varlığını görüyoruz. Doğal olarak, tarihin bu özel bölümünün bizim için de gerekli olup olmadığını merak ediyoruz.
Hiçbir uygarlığın kurtulamadığı bu gerileme ve yıkılma düzeni bizi de içine alacak mı? Yazara göre bu sorunun karşılığı kesinlikle Hayır.”[2]
Toynbee, determinist değildir ve Batı Uygarlığı’nı teşkil eden toplumsal iradenin, sonuçta bu kötüye gidişin önünü alabileceğine inanır.
Sonunda “Kurtulmak için ne yapmamız gerekiyor?” diye sorar ve şu ilginç yanıtı verir:
“Politika alanında dünya hükümetini kurmayı başaracak kurucu bir sistem hazırlayın. Ekonomi alanında, serbest yatırım ile sosyalizm arasında uzlaştırıcı (yer ve zamana göre değişebilme esnekliği olan) çalışma düzenleri bulun. Ruh alanında lâik üstyapıyı dinsel kurumlarla birleştirin. Bugün Batı dünyasında bu amaçlara ulaşmak için çalışmalar yapılıyor. Eğer bu üç alandaki amacımıza ulaşırsak, uygarlığı ayakta tutmak savaşında zafere varabiliriz. Bütün bu tahminler biraz hayal dolu; bunları başarabilmek için çok çaba harcamamız gerekiyor. Bu üç görevden din alanında olanı ilerde çok önem kazanacaktır, fakat şu anda diğer ikisi daha önemli gözüküyor. Çünkü eğer bu ikisini gerçekleştirmede başarısızlığa uğrarsak, ruhsal dirilişe ulaşma olanağını bütünüyle yitirebiliriz.”[3]
Dikkatinizi çekmek isterim; bu öneri 1948 tarihinde yapılmaktadır; yani bundan yetmiş küsur kadar yıl önce, bir tarihçi, Batı Uygarlığı’nın çöküşünün önünü alabilmek için yapılması gerekeni bildirmekte ve açıkça “küreselleşme (globalization) ideolojisi”nin temellerini atmaktadır.
Bu önerinin, sorunu çözmeye yeterli olup olmayacağı (ve bir zamanlar İslâm Uygarlığı’nın başına gelenlerin Batı Uygarlığı’nın da başına gelip gelmeyeceği) tartışmasını şimdilik bir yana bırakalım; bizim için asıl önemli olan husus, Toynbee’nin de içinde bulunduğu tarihçiler tarafından, “tarih bilimi”ne onu gerçekten bilim haline getirecek yeni bir işlev yüklenmiş olmasıdır.
Türk Tarihçiliği, (geçmişindeki bazı örneklere karşın) bu açıdan bakıldığında çok geri kalmıştır ve çağdaş gelişmelere ayak uydurabilmek için “geçmişin olaylarının dökümünü yapma işlevi”nin yanı sıra “geleceğin olaylarını öngörme işlevini”ni de yerine getirecek şekilde donanımını geliştirmeye çalışmalıdır. Böylece, “bilimsel” politika üretimine de katkıda bulunabilecek ve siyasî uygulamaların “karanlıkta el yordamıyla” gerçekleştirilmesini engelleyebilecektir.
Unutulmasın ki insanoğlu, bugüne değin bilimden daha güvenilir bir yol bulmaya muktedir olamamıştır.