İnsanların doğaları, birbirleriyle ve manevi güçlerle olan ilişkileri, yarattıkları ve içinde yaşadıkları toplum yapıları üzerinde zihinsel çalışma yapabileceğimiz düşüncesi, en az yazılı tarih kadar eskidir. (Wallerstein, Juma, Keller, 2011:11)
Sokrates’in ve onun ardılı olan tüm felsefe geleneklerinin izini sürdüğü “Kendini bil!” buyruğu, insanın temel ihtiyaçlarını karşılama, güvende olma güdülerinin yanı sıra doğal ‘merak’ dürtüsüyle ‘bilmek’ için doğaya yönelmesi ile eş zamanlı olarak kendisini de bilme isteğinin açığa çıkışının felsefi bilinç düzeyindeki yansımasıdır. Doğayı ‘bilmek’, doğal fenomenleri açıklayabilmek uğraşı, çeşitli aşamalardan ve evrimsel süreçlerden geçerek ‘Modern Bilim’e ve 19. yüzyılda kendisine tam güven duyulan ve insanlığı bilgiye, ona bağlı olarak refaha ulaştırabilecek yegâne entelektüel uğraş olarak ‘hakiki yol gösterici’ olma mertebesine ulaştı. Doğa biliminin 19. yüzyılda gösterdiği başarı ve kazandığı güven ile birlikte, ‘bilgi’ iddiasında bulunacak her etkinliğin izlemesi gereken yöntemin de artık keşfedildiği inancı pekiştirildi. Böylelikle felsefe tarihinde Platon ve Aristoteles’e dek geri götürülebilecek, fakat esas vurgusunu Descartes’la başlayan Modern Felsefe geleneğinde bulan ‘yöntemli bilme’ anlayışı, bilimde Newton ile başarıya ve olgunluğa ulaştı. Bu doruk noktası ile birlikte, insanı ve onun etkinliklerini sosyal birer fenomen olarak anlama ve açıklama uğraşı da felsefeden ayrımlaşarak, Newton’un yönteminde izlemesi gereken ‘bilimsel’ yolu bulduğu sonucuna vardı. Bu sonucu geniş çaplı olarak değerlendiren Auguste Comte’un ortaya koyduğu pozitivizmin temel amaçlarından biri (ve belki de en önemlisi) sosyal bilimin kurulması oldu. Doğadan daha kaotik görünen toplumda, ‘düzen’ ve ‘ilerleme’nin sağlanabilmesinin tek yolu, onu bilimsel olarak açıklayabilmekten geçiyordu. Ona göre, taşıdıkları önem ve incelenmeleri konusundaki güçlükler nedeniyle ayrı bir fenomen kategorisi olarak görülmesi gereken sosyal fenomenlere ilişkin bilim alanında bir eksiklik söz konusuydu. Pozitif felsefenin kuruluşunun tamamlanmasının ardından, giderilmesi gereken büyük ve tek eksiklik, sosyal fiziği kurarak bilimler sistemini tamamlamaktı (Comte, 2001: 42, 43).
Pozitivizmin ortaya koyduğu (ya da çağın düşüncesinde tespit ettiği) bu amaçla açığa çıkan, sosyal bilimin kurulmasına yönelik girişim, öncesindeki çalışmalardan ayrılır. Çünkü modern dünyaya ait bir girişim olarak sosyal bilim, daha önceki benzer motivasyonlu girişimlerden, -sosyal- gerçeklik hakkında empirik olarak doğrulanabilir, sistemli (kuramsal) ve dünyevi bilgi üretme etkinliği olmak iddiası ile farklılaşır. Böylelikle, öncelikle, Newton’un ortaya koyduğu doğa yasaları gibi, sosyal fenomenler arasındaki ilişkileri belirleyen, neden-sonuç bağıntısına izin veren yasaların var olduğu ve bu yasalara dayalı olarak geçmiş ile gelecek arasında bir simetrinin ortaya çıkarılabileceği anlayışı güç kazandı. Diğer taraftan, her durumda -sosyal- olgulardan başlanarak, yine bu olgulara dayalı bilgi üretmenin zorunluluğu vurgulandı. Olgulara dayanan ve kuramsallaştırılabilir olan böylesi bir açıklama modeli ile doğa bilimlerinde olduğu gibi sosyal bilimlerin de fenomenler hakkında doğrulanabilir ve dakik öngörülerde bulunabileceği beklentisi kendiliğinden açığa çıktı.(1)
Doğa bilimlerinin başarısından etkilenen ve meşru bilgi konusundaki epistemolojik mücadelede insan ve topluma ilişkin bilgi iddialarında da aynı başarıyı elde etmeye yönelik yöntemsel çalışmaların açığa çıkardığı bu beklentiyi, “modern devletin kararlarını dayandırabileceği daha kesin bilgiye duyduğu gereksinim” (Wallerstein, Juma, Keller, 2011: 15) de besledi. Fransız Devrimi sonrasında Avrupa’da görülen sosyal ve siyasal değişimlerin kontrol altına alınması ve Bacon’cı anlamda doğaya hükmedilmeslne benzer bir biçimde topluma hükmedilmesi için öncelikle bu değişimin rasyonelleştirilmesi ve doğa yasaları ile ‘özdeş’ toplum yasalarına dayanılarak açıklanması gerektiğini, model olarak alınan doğa bilimi’ tarihsel gelişimi ile açık olarak ortaya koydu. Böylece Comte’un bir hedef olarak belirlediği, ‘felsefe’den net olarak ayrılan pozitif sosyal bilinçlerin kuruluşu, insan ve toplum üzerine ‘meşru bilgi’ ortaya koyabilmek adına ‘bilimin birliği’nin sağlanması gerektiği düşüncesini güçlendirerek 19. yüzyılın bilim imgesini pekiştirdi.
‘Tarih’in yeniden keşfi: Tarih bilimi
Pozitif sosyal bilimin kuruluşunda önemli bir yer edinen ve niteliksel bir değişim geçiren tarih disiplini, kralları ve egemenleri haklı kılan bir vakanüvislik olmaktan kurtulup, ilk nedenleri ve nihai amaçları bilmeyi bir kenara bırakıp gerçek olguları konu edinerek, “Ne oldu, gerçekten ne oldu?”(2) şeklindeki yeni yönelimini kazandı.
Bu Rankegil formülün, “bilim”in “felsefeyle olan mücadelesinde vurguladığı, nesnel ve bilinebilir gerçek dünya, empirik kanıt, araştırmacının tarafsızlığı gibi temaların neredeyse hepsini yansıttığı gözden kaçacak gibi değildir. Ayrıca, tarihçinin, veri bulmak için daha önce yazılmış malzemeye (okuma yeri olarak kütüphane) ya da kendi düşünme süreçlerine (düşünme yeri olarak çalışma odası) değil, tıpkı doğa bilimcisinin yaptığı gibi, nesnel, dışımızdaki verilerin toplanıp derlendiği, denetlendiği ve kullanıldığı yere (araştırma yeri olarak laboratuar/arşiv) yönelmesi gerekmekteydi (Wallerstein, Juma, Keller, 2011: 23).
Tarih disiplini pozitivizmin etkisi altında yöntemsel birliğini kazandıktan sonra, olgudan kopmamak adına kuramsallaşmaktan uzak duran idiografik yaklaşımla, neden-sonuç ilişkilerine yoğunlaşan ve yasalı bilme idealini gerçekleştirmeye çalışan nomotetik yaklaşım arasında dalgalanmıştır. İkinci yaklaşım, tarihin sosyal bilim yönelimli biçimi olarak da adlandırılmaktadır. Bu yaklaşım, saf pozitivist tarihyazımının çok dar biçimde bireyler, özellikle de “büyük adamlar” ve olaylar üzerinde odaklandığını öne sürerken, bunların yer aldığı daha geniş bağlamın göz ardı edilmemesi gerektiğini savlar (Iggers, 2011: 3). Her iki yaklaşımda da bilimsel devrimden gelen temel etkindir. Fakat kuramsallaşma ağır bastığında, ‘tarih disiplininin mantığı’ keşif olmaktan git gide inşaya ve fakat açıklamaya yönelen bir hâl alır. Tüm bu sosyal bilim çalışmalarının, birer disiplin haline geliş ve üniversitelerde boy gösterme süreçleri, doğa bilimlerini esas alarak yürütülen ‘sınırlandırma ayracı’ tartışmasındaki yol ayrımlarının ortaya çıktığı dönemle kesişir. Wilhelm Dilthey’ın 19. yüzyılda olgunlaştırdığı, sosyal bilimlerin doğa bilimlerinden ayrılan, kendine özgü yönteminin var olması gerektiğine ilişkin ‘iki kültür’ tartışması halen yürürlükte iken, bu tartışmanın ve 20. yüzyıl bilim felsefesi tartışmalarının pozitivist yönelimli sosyal bilimlere ve tarih çalışmalarına doğrudan etkisi göreli olarak gecikmeli olmuştur. ‘Bilimin birliği’ düşüncesi, olgunlaşma dönemlerinde de halen pozitivist yönelimli sosyal bilimlerin temelinde yer almaktadır ve bilim çalışmalarının kuruluş ‘paradigması’ da bu temelde oluşturulmuştur. Bu temel bağlamında, doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin konuları farklılık gösterse de, yöntemsel ve amaçsal birlikleri söz konusudur. 1945-1970 döneminde egemen olan sosyal bilim düşüncesinde sosyal bilimciler, “bilimin evrenselliği bayrağı altında, bilimsel anlamda meşru bilginin nasıl olması gerektiğini tanımlar ve böylece bu biçime uymayan bilgiyi kabul edilebilirlik alanının dışına atarlar” (Wallerstein, Juma, Keller, 2011: 54). Bu, bilimin (özellikle doğa biliminde kendisini göstermiş olan) otoritesinin, sosyal bilim alanında ve buna bağlı olarak da tarih disiplininde aynen korunmasından başka bir şey değildir. Öyle ki, bu dönemde (Batı normlarında) egemen ideolojiler kendilerini hem eyleme yön veren hem de evrensel denilen paradigmaları belirleyen aklın yansıması olarak tanımladıklarından, bu görüşleri reddetmek, “bilim”e karşı “macerayı” seçmek olarak görülmekte ve entelektüel ve manevi güvenlik yerine belirsizliği yeğlemek anlamına gelmektedir (Wallerstein, Juma, Keller, 2011: 54). Diğer bir deyişle, bilimi ya da bilimselliği temele almayan (ya da böyle görünmeyen) hiçbir yönetim kendisini siyasal olarak da meşrulaştıramamaktadır. Bu, 19. yüzyıl bilim imgesinin zihinlerde yer etmesine bağlı olarak, artık bilimin göz ardı edilebilir olamayacak kadar güçlenmesinin bir sonucudur. Böylelikle, bilimin ‘iktidar’ ile olan ilişkisi de daha önce olmadığı kadar yakınlaşmış olmaktadır. Bu yakınlık dikkatlerin odağı haline geldikçe, sosyal bilimlerin konumları ve temel nitelikleri de farklı ele alınmaya başlanmıştır.
Postmodern durum
20. yüzyılda sosyal bilimlerin dağarcığına giren ‘söylem’ kavramı ile birlikte, dil ön plana çıkarken, alan bu kavram çevresinde yeniden tanımlanmaya başlandı. Özellikle tarih, bir söylem alanı olarak görüldüğünde, ‘nesnellik’ ve ‘olgulara bağlılık’ gibi özellikleri de çok geçmeden bir tür ‘olanaklılık’ soruşturmasına tâbi tutuldu. Söylemlerden söz etmek, hem kurucu ve belirleyici öğe olarak ‘dil’e vurguyu hem de çıkar ve güç (iktidar) ilişkisini açık ya da örtük olarak gündeme getirir.
(...) ‘tarih söylemi’ de tarihi tabii ve açık bir şekilde her zaman orada olan ve saf saf, tarafsızca ve ilgisizce cevap verdiğiniz bir şeyi öğrendiğinizi ima eden bir konu ya da disiplin olarak görmekten ziyade tarihi bir ‘güç alanı’, her zaman bir yerden belli bir amaç için gelen ve sizi kendi doğrultusunda taşımak isteyen ilgili taraflar tarafından ve ilgili taraflar için bir dizi geçmişi düzenleme yolları anlamına geliyor. Bu alan bir ‘güç alanı’ çünkü onun içindeki yönler için mücadele edilmesi gerekmektedir. Farklı şekillerde içeren ve dışarda bırakan, onları destekleyenlerin güçlerini yansıtan derecelerde ve şekillerde geçmişin düşüncelerini merkezileştiren ve marjinalleştiren bir alandır (Jenkins, 2011: 21).
Böylelikle, Jenkins’in perspektifinden bir bilim dalı olarak tarih, pozitivizmle birlikte ‘kralları haklı kılan bir vakanüvislik’ olmaktan kurtulurken, tarihsel olguların tek olanaklı empirik veri kaynağı olarak metinlerin dilsel ve bu verileri bir araya getirmenin söylemsel yapısı üzerinden mutlak tarafsızlığı neredeyse imkânsız olan bir ‘söylem alanı’na dönüşmektedir. Tarihin ve sosyal bilimlerin bu perspektiften değerlendirilmeye başladığı dönemin hemen öncesinde, doğa bilimlerinde dahi dilin oynadığı kurucu rol kabul edilmeye başlanmış ve Kuhn tarafından dil-doğa ilişkisi bir paranın ya da kâğıdın iki yüzü olarak görülerek doğa bilimlerinde kuram yüklülük tartışmaları geliştirilmiştir. Dönemin (bu döneme postmodern dönem diyecek olursak) yönelimlerinden biri bilimin kendisini ve ona duyulan güveni ‘Sofistler’in tutumuna geri dönerek tekrar sorgulamaktır. 19. yüzyılda bilgi bağlamında alternatif etkinlikler karşısında ‘zaferini’ ilan etmiş olan doğa bilimi böylesi bir sorgulama / saldırı altındayken, ona öykünen sosyal bilimlerin durumu daha kırılgan kalmaktadır. Doğa biliminin katı verileri ve ‘standart’ yöntemleri kuşkulu gözlerle incelenirken, verileri ve sonuçları tamamen dilsel olan bir bilim disiplininin, bu duruma bağlı çok boyutluluğu ya da çok perspektifliliği disiplinin nesnelliğini postmodern sorgulama karşısında kuşkulu hale getirir. Jenkins’in yaklaşımında olduğu gibi, daha önce olmuş bitmiş şeyler için ‘geçmiş’ kavramı, tarihçilerin yazdıkları şeyler için ise ‘tarih-yazımı’ terimi kullanıldığında, hiçbir tarih-yazımının tarafsız olamayacağı öne sürülmektedir.
Keith Jenkins, geçmiş ve tarih arasındaki ayrımı vurgulayarak, geçmişin tarihin konusu olduğunu ve geçmiş ve tarihin, geçmişin sadece tek bir tarihsel okunuşunu olanaklı ya da gerekli kılacak biçimde birbirlerine bağlı olmadıklarını öne sürer. “Çünkü aynı inceleme nesnesi, farklı söylem uygulamaları tarafından farklı olarak okunabilir” (Jenkins, 2011: 27). Tarihyazımı, kaçınılmaz olarak metinlere bağlı olacağından, en güvenilir ve ilk elden metinler bile birileri tarafından yazılmış ve yazarının bilerek ya da bilmeyerek çeşitli etkiler altında kalarak (farkında olduğu ya da olmadığı epistemolojik, metodolojik ve ideolojik mensubiyet bağları ve bunlara bağlı tarafgirliği ile) yazıya geçtiği kayıtları temel almaktan kaçınamayacaktır. Bu kayıtlar olup-bitmiş olanın tüm boyutlarını içeremeyeceğinden, ancak yazarının ‘özsel’ olarak gördüğü boyuta odaklanacak, geri kalanı ‘ilineksel’ ya da ‘önemsiz’ olarak görecektir. Bu ‘önemsiz’ boyutlar kayda geçmeyeceğinden tarihçi için var olmayan ‘olgular’dır.(3) Sırf bu ‘özsel’-‘ilineksel’ ayrımı bile temelde bir kategorizasyona dayanır ve bu tür bir ayrım her zaman belirli bir perspektife görelidir. Bu nedenle, tarihçi ‘tarafsız’ olduğunu ileri sürse bile, elindeki ‘empirik’ veriler bu tarafsızlığı sağlayacak nitelikte olmayacaktır.
Mesela, milyonlarca kadın geçmişte yaşamış olmasına rağmen (Yunanistan’da, Roma’da, Ortaçağlarda, Afrika’da, Amerika’da...) onlardan çok azı tarihte, yani tarih kitaplarında yer alır. Kadınlar, deyim yerindeyse, ‘tarihten saklanmış’, yani sistematik olarak birçok tarihçinin anlatımlarından dışlanmışlardır. Bundan dolayı, şimdi feministler ‘kadınları yeniden tarihe geçirme’ işine giriştiler, hâlbuki hem erkekler hem de kadınlar birbirine bağlı erkeklerin yaptığı yorumları inceliyorlar. Tam bu noktada diğer gruplardan, halklardan, sınıflardan kaç tanesinin tarihlere neden geçmediğini ve bu atlanılan ‘gruplar’ eğer tarihsel anlatımların merkezinde olsalardı ve şu anda merkezde olanlar ikinci dereceye düşseydi, sonuçları ne olabilirdi diye durup düşünebilirsiniz. (Jenkins, 2011:30)
Sosyal bilimlerde, yönteme ilişkin kuramsal tartışmaların geri dönme sürecini hızlandıran ve ‘pozitivist’ temeli sorgulanır kılan koşullar, aynı zamanda sosyal bilimlerin yapısını derinden etkileyen üç ‘dışsal’ gelişmenin sonucudur. 1945’ten sonra dünyanın siyasal yapısının değişmesi ve Soğuk Savaş döneminin başlaması, dünyanın o güne kadar görülmemiş bir nüfus ve üretim kapasitesi artışı yaşaması, üniversite sisteminin [ve bilimsel kurumsallaşma biçimlerinin] dünyanın her yerinde nicel ve coğrafi anlamda olağanüstü bir gelişme göstermesi. (Wallerstein, Juma, Keller, 2011: 37) Bu üç ‘dışsal’ gelişme, sosyal örgütlenme biçimlerini etkilediği kadar, bilimin bu örgütlenme biçimleri içindeki konumlandırılışını da doğrudan etkiledi. Bilim, bir üretim aracı olduğu kadar, bir meşrulaştırma aracı konumuna gelmesiyle, farklı alanların ortak konusu haline gelerek eleştirilerin odağı konumuna geldi. Bu bağlamda, felsefi, metodolojik ya da siyasi eleştirilerin tümü son aşamalarında epistemolojik temellerin sorgulanmasında birleşti.
Sosyal bilimciler arasında yeni ‘sesler’, meşru araştırma konuları ya da sorunları, hatta farklı perspektiflerden yapılan değerlendirmelerin farklı olacağı gibi meselelerden çok öteye giden teorik sorular sormaktaydılar. Bu yeni seslerin bir iddiası da, sosyal bilimlerin (hatta doğa bilimlerinin ve insan bilimlerinin de) teorik düşüncelerinin dayandığı bazı önkabuller bulunduğu ve bunlardan çoğunun a priori önyargılar ya da ne teorik ne de empirik hiçbir haklı gerekçesi bulunmayan akıl yürütme tarzları içerdiği idi. (Wallerstein, Juma, Keller, 2011: 55, 56)
Pozitivist kökenli sosyal bilimin Newton’un başarısını sosyal bilimlere taşımak için nomotetik epistemoloji modelini esas almasına karşılık, bu modele ve doğrudan bilim-gerçeklik ilişkisine doğa bilimleri üzerinden yöneltilen eleştiriler çok geçmeden sosyal bilimleri de vurmaya başladı. Pozitivizmin açık ya da örtülü olarak dayandığı “doğruluğun uygunluk kuramı”nın, başta tarih olmak üzere sosyal bilimlerin pek çoğu için işlevsel olup olamayacağı tartışmaya açıktır. Bu nedenle, doğa bilimlerinin başarısını sosyal bilimlere aktarabilmek adına, ‘sosyal gerçekliği’ konu edinen çalışmaların bilimselleştirilmesi için başta ‘sınanabilirlik’ ve ‘olgulara başvuru’ özelliklerini uygunluk kuramı üzerinden kurabilmek bir sorunsal olarak kendisini gösterir.
Dünyayı bir metin gibi okuruz ve mantıken bu okumalar sonsuzdur. Bununla dünya/geçmiş hakkında hikâyeler uydurduğumuzu kastetmiyorum, fakat aksine çok daha güçlü bir iddiada bulunuyorum: Dünya/geçmiş, bize zaten daima hikâyeler olarak gelir ve biz bu hikayelerin (anlatımların) gerçek dünyayla/geçmişle eşleşip eşleşmediklerini kontrol etmek için onlardan sıyrılamayız çünkü ‘her zaman zaten’ olan bu anlatımlar ‘gerçekliği’ oluşturmaktadırlar (Jenkins, 2011: 31, 32).
Tarih: Bilim mi sanat mı?
Jenkins’in perspektifinin tarih bilimine yönelttiği ‘vurucu’ eleştiri epistemolojiktir. Esas hedef, genel olarak ‘hakikat/doğruluk’, özelde ise ‘tarihsel hakikat/doğruluk’ kavramıdır. Çünkü hakikat/doğruluk kavramı, bilimsel yöntem, nesnellik, tarafsızlık, özsellik, kesinlik, neden-sonuç ilişkisi vb. kavram ve yönelimleri bir ilişkiler ağı (network) olarak bir arada tutan merkezi ya da çekirdek kavramdır. Bilimin, 19. yüzyıldaki imgesine uygun bir biçimde olanaklı olabilmesinin koşulu ‘hakikatin/doğruluğun’ olanaklı olmasıdır. Aksi halde, bilimi özsel olarak sanattan ya da diğer dizgelerden ayırabilmenin olanağı da ortadan kalkar. Bu ortamda, dizgeler arası ayrım, ancak o dizgenin iş gördüğü (işe yaradığı) alana göreli olarak, pragmatik değerlendirmeye göre öznel ve tarihsel bir biçimde belirlenir. Jenkins, hakikatin/doğruluğun tekliğine ve keşfedilen bir şey olduğuna duyulan inanç ve güvenin kaynağının güç/iktidar olduğunu ileri sürer. Öyle ki, “nihai olarak, her şeyin söylenmesini engelleyen ve sadece belli şeylerin geçmesine izin veren güçtür: Hakikat, onu gerçekleştirme gücüne sahip birisine bağlıdır. Hakikat kavramı bir sansür aracı olacak şekilde (...) böyle kullanılmaktadır” (Jenkins, 2011: 58). Jenkins’in perspektifinden, tarih ya da tarih-yazımı söz konusu olduğunda ve hakikat/doğruluk ölçütü olarak ‘uygunluk kuramı’na bağlı kalındığında, tarihsel bir ‘tek’ hakikatten söz etmenin olanaksızlığı kendiliğinden görülmektedir. Bu olanaksızlığa rağmen, -bilimsel- otoriter tavır sürüyorsa, bunun nedeni ‘doğruluk/hakikat’ iddiasının ardındaki iktidardır.
Tarihin epistemolojik zayıflığına bağlı olarak, geçmişe ilişkin verilerin sıkı metodolojik kurallara dayalı işlemlerle ele alınması, tasnif edilmesi ve bilimsellik ölçütünün ‘yöntem’de aranması gerektiği önerisine karşı Jenkins’in sorduğu soru basittir: “Hangi yöntem?” Farklı tarih anlayışlarına bağlı olarak farklı yöntemler geliştirilmesi olanaklı ise, bunlar arasından sadece birini bilimsel kabul etmek için nasıl bir ölçüt belirlenecektir? Neyin tarihsel veri olarak kabul edileceği, bu veriler arasında hangilerinin özsel kabul edileceği gibi sorular yöntemi de göreli kılmakta ve bir tarafgirlik öğesi olarak konumlandırmaktadır. Tarih yazımının bilimsel yöntemi olarak Hegel’i mi, Marx’ı mı, Dilthey'ı mı, Weber’i mi, Popper’i mı, Hempel’i mi, Aron’u mu, Collingwood’u mu, Dray’i mi, Oakeshott’u mu, Danto’yu mu, Galile’yi mi, Walsh’umu, Atkinson’u, Leff’i mi ya da Hexter’i mi takip etmek gerekir? Modern empiristlerin, feministlerin, Annales Okulu’nun, yeni Marksistlerin, yeni üslupçuların, ekonometricilerin, yapısalcıların ya da post-yapısalcıların mı izinden gitmek gerekir? Jenkins’e göre bu kısaltılmış bir listedir. Tüm bu yönelimler arasında ‘bilimsel yöntem’, herhangi bir yönelimin kendisine gönderim yapmadan nasıl belirlenecektir? Herbir yöntem, yöneldiği geçmişe ilişkin kayıtları kendi kategorizasyon ölçütüne göre ‘özsel’ olarak belirlediğinde, geçmişin kayıtları ‘delil’ haline gelir. Diğer bir deyişle, tarih yazımının kendisini dayandırdığı ‘kaynaklar’, bizzat tarihyazımının ve tüm tarafgirliği ile tarihçinin ürünüdür, “çünkü ifade edilen söylemden önce delil (tarih) yoktur: Sadece izler vardır (sadece geçmiş vardı)” (Jenkins, 2011: 78).
Tüm bu göreli manzara içerisinde, bilimselliğin bağlanabileceği değişmez zeminin bilimin ve bilimselliğin ‘evrensel’ bağıntılarında ya da kavramlarında bulunabileceği önerisine karşı Jenkins yine kuşkucudur. Hemen hemen bütün tarihyazımlarında ortak olarak kullanılan ve tarih biliminin ‘bilimselliğini’ sağladığı düşünülen kavram çifti ‘neden-sonuç’ bağıntısıdır. Hangi yöntem ve yönelim seçilirse seçilsin, geçmişe ilişkin kaynakların birbirlerine bağlanması ‘neden-sonuç’ bağıntısına uygun olarak gerçekleştirilir. Buna karşın Jenkins bir kez daha ‘görelilik’ durumuna işaret eder. Yönteme ve yönelime bağlı olarak neden-sonuç açıklama kuramları da değişir. Örneğin, 1789 Fransız Devrimi’nin nedenlerinin ne olduğu sorusu nasıl cevaplanabilir? İlk soru hemen kendisini gösterir: “1789'un gerekli ve yeterli nedenleriyle ilgili tatmin edici bir analiz yapmak için ne kadar geriye ve uzağa gitmek gereklidir?” (Jenkins, 2011:80) Örneğin 1789 Marksist bir yönelimle ele alınırsa, üstyapısal değişikliklerin temel etkenleri olarak ekonomik koşullara ve sınıf mücadelesi tezine bağlı olarak, ekonominin etkisi ne kadar geriye götürülecektir? Bununla birlikte, ekonomi kategorisi içerisine nelerin dâhil edileceği de bir sorundur. Ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel, ideolojik etkenlerin birbirlerine etkileri, birbirleri içerisinde girmeleri, bu iç içeliğin derecesi nasıl belirlenebilir? Bu sorularla birlikte Jenkins, bütün neden-sonuç faktörlerinin geriye ve dışa doğru sonsuz bir zincir gibi uzandığını ve hiçbir yöntemin, zincire bazı halkalar ekleme ya da çıkarma yapmak için mantıksal ve kesin bir şey sağlamayacağını ileri sürer. Eklemeler, çıkarmalar ve hatta ‘halkalar’ olarak nedenlerin ve olguların tespiti içerisinde tarih yazılan ‘söyleme’ görelidir. Jenkins’e göre, tarih, aynı bir zanaat gibi, işin içerisinde yapılmış (yazılmış) örnekler üzerinden öğrenilir. Bu nedenle, tarihçiler, içerisinde bulundukları söylemi, tarih yazmanın tek ve ‘bilimsel’ yöntemi, tarzı olarak görürler. Baskın (egemen) söylemin ilgilendiği şey (her zaman bilinçli ve planlı olarak olmasa da) belli bir tip tarih kültürünün aktarılmasıdır. Bunun için de tüm bir eğitim sistemi, söylemi içselleştirmek ve ardından da yazmak için, yazılmış tarihlerin sorulduğu ‘sınavları’ geçmek ve ‘tarihçi’ unvanını almak üzerine kuruludur. (Jenkins, 2011: 82)
Eğer, Jenkins’in yaklaşımı kabul edilecek olursa, ‘yöntemi’ görelileştirilmiş, ‘nesnellik’ ve ‘tarafsızlık’ niteliklerini taşıması olanaksızlaştırılmış, bir zanaat gibi ‘ustalardan’ kopya edilerek öğrenilen ve nihayetinde bir hakikatler çoklusu içerisinde üretilmiş bir ‘hakikati/doğruluğu’ dile getiren bir tarih yazımı, yaratıcılığı ve estetik unsurları oranında sanata yaklaşan bir ‘yarı-bilim’ olacaktır. Jenkins, bu tartışmayı (tarih bilim midir, sanat mıdır?) esasında 19. yüzyıl ideolojisinin bir ürünü olarak görür. O, daha önce de değinildiği gibi, bilimin hakikate giden yol olduğu fikrinin hâkim olduğu ve bu fikrin Ranke’den Marx’a kadar yaygınlaştığı 19. yüzyılda, özellikle tarihin bilimselleştirilmesinin, burjuva kuramcılarının karşı ‘saldırısı’na neden olduğunu öne sürer. Buna göre, burjuva kuramcıları solun bilimsel/kesinci iddialarını ağlarına düşürmek için bu gibi sosyal bilimlerin gücünü kırmak amacıyla, kendileri için de gerekli olabilecek bilimsel temeli baltalamak pahasına romantiklerin bilime karşı antipatilerini ve tezlerini kullandılar. Böylelikle de tarihi bilimden çok sanata yakın bir biçimde konumlandırma yoluna gittiler (Jenkins, 2011: 83). Jenkins için bu tür tartışmalar ideolojiktir. Çünkü onun öne sürdüğü postmodern düşünce için sanat ve bilim arasında özsel bir fark yoktur. Bu farka dair tartışmalar ve tarihi (ya da herhangi bir disiplini) bilim safında konumlandırmak, aslında, bilimin 19. yüzyıldan kalan otorite mirasına ortak olmayı, tersi ise, herhangi bir disiplini ya da çalışmayı bu otoriteden mahrum bırakmayı istemekten başka bir şey değildir.
Sonuç
Jenkins’in dile getirdiği postmodern yaklaşım, hakikat kavramını sorunsallaştırarak, onun üzerinden temellenen ‘yöntem’, ‘özsellik’, ‘kesinlik’, ‘nesnellik’, ‘tarafsızlık’ kavramlarını şüpheli ve temelsiz kılar. Böylelikle, tüm bu kavramlarla anlam kazanan bilimsellik anlayışını ve bu anlayışın ‘iktidar’ ve ‘otorite’ ile olan ayrılmaz birlikteliğini ifşa etmeyi amaçlar. Böylelikle, Aydınlanma Projesi’nin nihai amacı olan ‘özgürleşme’ idealinin önündeki engellerin kaldırılması için ‘otoriter ve iktidar bağımlı bilim’den de uzaklaşılması gerektiği savlanır. Jenkins, epistemolojik kuşkuculuğun, sosyal hoşgörünün ve farklılıkların olumlu görülmesinin temelini sağlayabileceğini düşünür (Jenkins, 2011: 85). Böylelikle, büyük harflerle yazılan ‘hakikat’ yerine, hakikatler çoklusu ikame edilebildiğinde, tekçi ve otoriter uygulamaların da sonlanacağı öngörülür. Diğer bir deyişle, çeşitli merkezlerin (Anglo-merkezli, Avro-merkezli, etno-merkezli, cinsiyet-merkezli, akıl-merkezli) imtiyazını kendinde taşıdığı kabul edilen düzenleyici çerçevelerinin aslında meşru ve tabii çerçeveler olarak görülmeyip, tersine, evrensel olmayan ve aslında özel ilgi ve çıkarları ifade etmek için kullanılan ‘aletler’/‘kurgular’ oldukları anlaşıldığında, insanlar bu kurguların dayatmalarını kolaylıkla kabul etmeyeceklerdir. Günümüz sosyal gerçekliğini oluşturan gruplar, böylesi bir hakikat çokluğunu hem talep eden hem de kendilerinde bu çoğulluğu taşıyan gruplardır: Küçük bir işçi sınıfı çekirdeği, yeni(ce) bir alt sınıf ve oldukça dengesiz gençlik, zenciler, eşcinseller, kadınlar, yeşiller gibi bazı gruplar. Tüm bu gruplar kendi tarihlerini istemektedirler. Onlara, şimdiye dek ‘verilen’ ‘bilimsel’ tarih, kendilerinin bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde dışarıda tutulduğu bir tarihtir. Tarih yazımının temelleri, bu talepler doğrultusunda sorgulandıkça ulaşılan sonuç, bu taleplerde bulunanlar için de, talepleri ilineksel olarak görüp reddedenler için de bir ‘temel’in var olmadığıdır. Bu temelsizlikle, artık istenilen her şeyin tarih, istenilen her yöntem ve yönelimle yazılabilir. Çocukların tarihi, popüler-hafıza tarihleri, yasaklı tarihler, zencilerin tarihi, beyazların tarihi, kültür varlığı tarihi, tutucu tarihler, devrim tarihi, mazlumların tarihi, galiplerin tarihi vs. Tüm bu tarihler, eksikliklerinin, tamamlanamazlıklarının ve göreliliklerinin farkında oldukları sürece aynı düzlemde varlıklarını sürdürebilirler. Eğer bunlardan herhangi biri, merkezi bir yer edinmeye başlarsa, bunun nedeni, o tarihin doğru ya da yöntemsel açıdan hatasız olması değil, baskın söylem uygulamalarına göre şekil almalarından dolayıdır. Diğer bir deyişle, bir tarih okuması sadece ve sadece güç/iktidar-bilgi ilişkisine bağlı olarak merkezileşir. Hakikatler çoklusu, böylesi bir merkezileşmeye karşı, yeni tarihlere imkân tanıması bakımından ve iktidar-bilgi ilişkisinin doğallaştırılmasını önlemek açısından önemlidir. Böylece ‘geçmiş’, önceden gizlenen, görmezlikten gelinen veya kenara itilmiş yönleri görünür kılınabilir hale gelecek ve daha özgürlükçü bir ortam yaratılabilecektir. Bu ortamın koruyucu olacak bir tarih kuramı (daha geniş anlamıyla bilim felsefesi), ‘tarih nedir?’, ‘bilimsellik ölçütü nedir?’ gibi sorular yerine ‘kimin için tarih?’ sorusunu soran bir kuşkucu konumdan konuşmalıdır. Jenkins’in ifadesi ile postmodern durumun talep ettiği tarih kuramı, tarihin radikal bir biçimde tarihselleştirilmesidir (Jenkins, 2011: 97, 98).
Jenkins’in bu düşünceleri ve özellikle iktidar/güç-bilgi ilişkisine yaptığı vurgu çoğu zaman ikna edici görünmektedir. Jenkins’in özel olarak tarih bilimine yönelttiği eleştiriler, daha genel olarak, postmodern düşünürlerce ‘Bilim Savaşları’ adı altında tüm bir bilim anlayışına yöneltilmektedir. Artık bilimin ‘hakikate giden yegâne yol’ ya da ‘en hakiki yol gösterici’ olarak gösterilmesinden uzaklaşılması ve bilimin insan yaşamı açısından seçeneklerden biri konumuna getirilmesi talebi ile kendisini gösteren eleştirel tutum, bir yandan da bilimi 19. yüzyıl bilim imgesinin çarpıtmalarından kurtarmayı amaçlar. Bu amaç doğrultusunda, sosyal bilimler eleştirilerin kolaylıkla vurabildiği bir hedef gibi görünmektedir. 19. yüzyıl ve sonrasından miras kalan bir ayrımla, ‘katı’ doğa bilimi ile ‘yumuşak’ sosyal bilim arasındaki ilişkide, en azından doğa bilimini eleştiri dışı tutabilmenin yollarından biri ‘bilimin birliği’ düşüncesinden vazgeçmek ve eleştirilerin kaynağı olan sosyal bilimi kendi krizi ile baş başa bırakmaktır. Ancak bu yolda atılacak adımların ve öne sürülecek temellendirici argümanların kaynağı da yine bilim felsefesi, tarihi ya da sosyolojisi gibi özlerinde birer sosyal bilim olan çalışmaları olacağından, önerilen çözüm çelişkilidir. Diğer bir deyişle, ‘bilimsel’ ya da değil, bilimi konu edinen çalışmaların sonuç argümanlarının ‘kabul edilebilir’ olmaları için kendilerini meşrulaştırmaları bir zorunluluk gibi görünmektedir. O halde, bilim imgesine yönelik üst tartışmada ve bu tartışmamn bir alt kolu olan sosyal bilimlerin ‘bilimselliği’ ve ‘iki kültür’ tartışmasında, bu tartışmaların yürütülmesini sağlayan kavramsal araçları ve zemini sunan bilim tarihi ve sosyolojisi (ve hatta bilim felsefesi) alanlarının kendilerini meşrulaştırmaları ve temellendirmelerine yönelik girişimler özünde ‘Bilim Savaşları’nın ta kendisidir.
Bilim Savaşları tezlerinin hedefinde sosyal bilimlerin kurucu ‘paradigma’sı olan pozitivizm ve 19.yüzyıl bilim imgesi vardır. Çünkü “eğer hepimizin bize açık epistemolojik seçimlerimiz olduğunu, ontolojik peşin hükümler verdiğimizi ve metodolojik tercihlerimiz olduğunu kabul edersek, o zaman geçmişe giden imtiyazlı ya da ‘doğru’ yol olmaz” (Munslow, 2011: 13). Tüm bu kabuller, pozitivist temelin ve 19. yüzyıl bilim imgesinin reddi gibi görünmektedir. Diğer taraftan ise, hemen hemen bu kabullerin tamamıyla birlikte, diğerlerinden daha ‘üstün’ olmak üzere bir hakikat/doğruluk arayışı olarak bilim anlayışından tarih biliminde ya da diğer sosyal bilimlerde de vazgeçmemek mümkündür. Tarih çalışması ya da diğer sosyal bilimler, bilim oldukları müddetçe özlerinde birer hakikat/doğruluk arayışıdırlar. Fakat bununla birlikte, -belki de yaygın imgesinden bağımsız olarak- doğa bilimlerinde olduğu gibi, hiçbir zaman bir tamamlanmışlık ve son söz olma iddiası söz konusu değildir. Mutlak hakikat/doğruluk ya da kesinlik kavramları, daha çok rasyonalizm ve idealizm olmak üzere belirli felsefi düşüncelerden bu alana -imgeye- sızmış ya da eklenmiştir.
O [tarihçi], incelediği şeyin gerçek olduğunu bilir, [fakat] onun tamamını asla yeniden ele alamayacağını da bilir... tarihsel araştırma ve yeniden oluşturma sürecinin hiç bitmeyeceğini bilir; fakat aynı zamanda bunun, çalışmasını gerçekdışı ya da gayri meşru bir hale getirmeyeceğinin de şuurundadır. (Elton’dan aktaran, Jenkins, 2011:37,38)
Görüleceği üzere, sosyal bilimlere yöneltilen eleştirilere ve onları epistemolojik -ve hatta ontolojik- olarak doğa bilimlerinden -bilimin birliğinden- ayırmaya yönelik tutuma karşı bir cevap olarak ileri sürülen bu düşünce, kökeninde yine ‘bilim’ imgesinin nasıl oluşturulacağı sorununa bağlanmaktadır. Bilim etkinliğinin, tamamlanmışlığı ve gerçeklikle tam uygunluğu sadece bir ideal hedef olarak belirleyebileceği -ve belirlediği-, buna karşın diğer iddialardan ve hatta bu hedefe ulaştığını öne sürenlerden her zaman daha üstün olduğu düşüncesi, ancak ve ancak bilimin temellendirilebilir ve geçerliliği gösterilebilir bir yöntemle ve disipliner bir çerçevede ele alınması ile olanaklılık ve meşruiyet kazanabilir. Bu yöntemi ve çerçeveyi sağlama konusunda, bilim tarihi ve sosyolojisi, bilim felsefesini tamamlayıcı nitelikte ve hatta bilimsellik konusunda bir adım önde olan disiplinlerdir. Fakat tam da bu noktada daha önce de ifade edilmiş olan bir kısır döngü söz konusu görünmektedir. Bilimin bilimi olarak, tarih ve sosyolojinin kendi bilimsellikleri nasıl temellendirilebilir? Bu, büyük bir sorudur ve cevabı da bilim savaşlarını bitirebilecek denli etkili olabilir.
Cevabın arayışı uzun ve zorlu bir çalışmadır. Jenkins’in hakikate/doğruluğa, yönteme, nesnelliğe, tarafsızlığa, empatiye, neden-sonuç bağıntısına ilişkin düşüncelerinin bir kısmı, göründüğünden çok zayıf, bir kısmı ise oldukça güçlüdür. Jenkins’in tarih bilimi özelindeki karşıt-bilim tezlerine verilecek yanıtlar başka bir yazıya ertelenirken, bu metnin sonunda Jenkins’e şu soru yöneltilebilir: Kendisinin ifade ettiği gibi, burjuva kuramcıları solun bilimsel/kesinci iddialarını sarsmak için sosyal bilimlerin gücünü kırmak isteyip, kendileri için de gerekli olabilecek bilimsel temeli baltalamak pahasına romantiklerin bilime karşı antipatilerini ve tezlerini kullandıysalar, günümüz postmodernleri de iktidar-bilgi ilişkisini kırmak adına, belki de bu ilişkiyi daha da pekiştirme riskini alarak bilime ve bilimsel temele mi saldırmaktadırlar? Durum eğer buysa, postmodern düşüncenin ‘her şey gider’ (anything goes) anlayışına bağlı sınırlanmamış çoğulculuğunun serbest ruhu, sınırlanmamış bir yıkımın potansiyel gücü ve ‘temeli’ haline gelebilir. Postmodernizmin önerdiği özgürlük, tam karşıtı olan köktenci-dogmatik düşüncenin geri dönüşü için kapıları açabilir. Bu kapılardan geçmişin ‘hayaletleri’ (bilimin olmadığı bir ortamda rahatlıkla ‘hayaletlerden bahsedilebilir) çıkageldiğinde, ‘hakikatler bolluğuna’ rağmen, insanın elinde kendisini aydınlatacak ‘gerçek’ bir ‘hakikat’ kalmayacaktır.
Dipnotlar
(1) İbn Haldun’un 14. yüzyılda benzer bir yönelimle ortaya koyduğu çalışmanın, sosyoloji biliminin öncül kökeni olduğu da unutulmamalıdır.
(2) “On dokuzuncu yüzyılda gelişen şekliyle yeni tarih ‘disiplini’nin ayırt edici özelliği. Ranke’nin ünlü wie es eigentlich gewesen ist (gerçekten ne oldu?) cümlesindeki soruyu yanıtlama konusunu ısrarla vurgulamasıdır” (Wallerstein. Juma, Keller, 2011: 22). 1825’te Berlin Üniversitesi’ne davet edilen Ranke, birincil kaynaklara dayanmayan her türlü tarih yazma girişimini yadsırken, amacı, tarihi profesyonel olarak eğitim görmüş tarihçiler tarafından icra edilen pozitif bir bilime dönüştürmektir. Bunun için tarih, değer yargılarından kaçınarak yazılmalıdır (Iggers, 2011:24, 25). Bununla birlikte, Ranke’nin değerlerden arındırılmış tarafsızlığı, her durumda tarihçinin içerisinde çalıştığı mevcut düzeni olumlar niteliktedir. Ranke’nin düşüncelerinin bütününe bakılacak olursa, pozitif tarih bilimini kurma idealine sahip olmasına rağmen bir pozitivist olmadığı görülür.
(3) Jenkins için, bir tarih tezine ‘delil’oluşturabilecek saf tarihsel olgular, tezden önce yoktur. Bu yaklaşım, bilim felsefesi içerisinde tartışma yaratan kuram-yüklü gözlemler ya da olgular yaklaşımı ile örtüşür niteliktedir. Buna göre, geçmiş olup bitmiştir ve ancak onun izleri devam etmektedir. Bu izler ister tarihçi ona başvursun, ister başvurmasın oradadırlar. ‘Delil’, ancak bu izlerin açıkça tez tarafından kullanılmasının ardından açığa çıkan bir kavramdır. Bu nedenle de ‘delil’ tarihçinin söyleminin bir ürünüdür. Söylemden önce delil yoktur: sadece izler vardır ve bunlar tarihsel anlam taşımazlar (Jenkins, 2011: 78). Görüleceği üzere, Kuhn ve Rorty gibi düşünürlerin etkileri, sosyal bilimler alanında da yankı bulmaktadır.
Kaynaklar
COMTE, Comte (2001), Pozitif Felsefe Kursları, çev. Erkan Ataçay, İstanbul: Sosyal Yayınları.
IGGERS. Georg G., (2011), Bilimsel Nesnellikten Postmodernizme Yirminci Yüzyılda Tarihyazımı, çev.Gül Çağalı Güven, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul.
JENKINS, Keith (2011), Tarihi Yeniden Düşünürken, çev. Ayhan Şahin, Birleşik Yayınevi, Ankara.
WALLERSTEIN, Immanuel: JUMA. Calestous, KELLER, Evelyn Fox, et. al. (2011), Gulbenkian Komisyonu Sosyal Bilimleri Açın -Sosyal Bilimlerin Yeniden Yapılanması Üzerine Rapor-, çev. Şirin Tekeli,, Metis Yayınları, İstanbul.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın 217. sayısında yayımlanmıştır.