Dinsel düşüncelerin kendine özgü değeri nerede yatmaktadır?
Uygarlığın uyguladığı baskı ve talep ettiği içgüdüsel feragatlerin neden olduğu uygarlık düşmanlığından söz etmiştik. Uygarlığın yasaklamalarının kaldırıldığını -yani, insanın hoşuna giden herhangi bir kadını cinsel nesne olarak alabildiğini, bu kadının aşkı uğruna rakiplerini veya karşısına çıkan bir başka kişiyi duraksamadan öldürebildiğini ve hatta diğer insanların mallarını izinsiz alıp götürebildiğini- düşünelim; insan yaşamı ne harika, ne tatlı bir doyum zincirinden ibaret olacaktı! Doğru, insan kısa zamanda ilk güçlükle karşılaşır; benden başka herkes benimkilere benzer isteklerde bulunacak ve bana, benim onlara davranırken gösterdiğimden daha fazla bir anlayış göstermeyecektir. Ve böylece, uygarlığın kısıtlamalarının bu şekilde kaldırılmasıyla gerçekte yalnızca tek bir insan sınırsız bir mutluluğa kavuşacak ve bu insan, iktidar araçlarının tümünü ele geçirmiş bir tiran, bir diktatör olacaktır. Ve hatta bu insan bile diğer insanların en az bir kültürel emre, "öldürmeyeceksin" emrine saygı göstermelerini arzu etmek için her türlü nedene sahip olacaktır.
Ama uygarlığın ortadan kaldırılması için çabalamak her şeye rağmen ne nankörlük, ne kadar büyük bir basiretsizliktir! O zaman geriye bir doğa durumu kalacak ve buna katlanmak ise çok daha güç olacaktır. Doğanın bizlerden herhangi bir içgüdü kısıtlaması talep etmediği, gönlümüzün çektiği gibi hareket etmemize izin verdiği doğrudur; ama doğanın bizi kısıtlamak için kendine özgü ve özellikle etkin yöntemleri vardır. Doğa, göründüğü kadarıyla bizi soğukkanlılıkla, zalimce, amansızca ve olasıdır ki tam da bizim doyum sağlamamıza yol açmış şeyler aracılığıyla yok eder. Doğanın bizi tehdit eden bu tehlikeleri nedeniyledir ki, bir araya geldik ve diğer şeylerin yanı sıra ortak yaşamımızı mümkün kılma amacına da yönelik olan uygarlığı yarattık. Çünkü uygarlığın esas görevi, gerçek varlık nedeni (raison d'etre) bizi doğaya karşı savunmaktır.
Uygarlığın bu görevi birçok alanda hâlâ oldukça iyi bir biçimde yerine getirdiğini ve zaman geçtikçe bu konuda daha da yetkinleşeceğini hepimiz biliyoruz. Ama hiç kimse doğanın günümüzde henüz tam olarak alt edilmiş olduğu yanılsamasına kapılmamıştır ve çok az sayıda insan doğanın bir gün tümüyle insana tabi kılınacağını umut etme cesaretini göstermektedir. Sanki insanın tüm denetim araçlarıyla alay eden unsurlar mevcuttur. Zelzelelerde sarsılıp yarılan ve üzerindeki tüm insan yaşamını ve eserlerini yere gömen toprak vardır. Her şeyi bir tufan içinde sele salıp boğan su, her şeyi önlerine katıp sürükleyen fırtınalar, diğer organizmaların saldırılarıyla ortaya çıktıklarını henüz yeni bulduğumuz hastalıklar ve son olarak henüz ilacı bulunamamış ve belki de hiç bulunamayacak olan ıstırap verici ölüm muamması vardır. Bu güçleriyle doğa, heybetli, zalim ve merhametsiz karşımıza dikilir; uygarlığın işleyişi sayesinde kaçıp kurtulmayı düşündüğümüz güçsüzlük ve çaresizliğimizi bir kez daha aklımıza düşürür. İnsanlığın sağlayabildiği az sayıdaki hoşnutluk ve gurur veren izlenimlerden biri de bu temel unsurlardan kaynaklanan bir felaket karşısında, uygarlığın uyuşmazlıklarını ve tüm iç sorunlarıyla düşmanlıklarını unutup kendisini doğanın üstün gücüne karşı savunma yüce ortak görevini anımsamasıdır.
Yaşam, tıpkı genel olarak insanlık için olduğu gibi birey için de katlanılması güçtür. İçinde yerini aldığı uygarlık, bireye belirli bir miktar yoksunluğu zorla kabul ettirir ve diğer insanlar, ya bireyin uygarlığının ahlaki kurallarına rağmen ya da uygarlığın kusurları nedeniyle bireye belirli bir ölçüde acı verirler. Buna doğanın birey üzerindeki incitici etkileri -birey buna kader adını verir- eklenir. Bu durumun bireyde sürekli bir bunaltılı bekleyiş haline ve doğal narsisizminde ağır bir zedelenmeye yol açacağı varsayılabilir. Bireyin, uygarlığın ve diğer insanların kendi üzerinde uyguladığı incitici etkilere nasıl tepki gösterdiğini daha önce görmüştük. Birey, uygarlığın kurallarına, bu etkilere uygun derecede bir direnç ve uygarlığa karşı düşmanlık geliştirir. Ama birey, doğanın, kaderin tüm insanları olduğu gibi kendisini de tehdit eden üstün güçlerine karşı acaba kendisini nasıl savunmaktadır?
Uygarlık, bireyi bu görevden kurtarır. Bu sorunu herkes için aynı biçimde çözümler. Ve bu konuda tüm uygarlıkların benzer bir davranışı göstermeleri dikkate değer. Uygarlık, insanın doğaya karşı savunulması görevini duraklatmaz, yalnızca onu başka araçlarla sürdürür. Görevin çok çeşitli yönleri vardır. İnsanın ciddi bir biçimde tehdit altında olan özsaygısı huzur aramaktadır; yaşam ve evren dehşet verici özelliklerinden kurtarılmalıdırlar; dahası, insanın en güçlü pratik çıkar tarafından uyarılan merakı bir yanıt peşinde koşmaktadır.
İlk aşamada bile büyük bir kazanç sağlanır: Doğanın insansallaştırılması. İnsanın dışındaki güçlere ve mukadderata erişilemez, bunlar sonsuza dek ulaşılmaz kalırlar. Ama temel unsurların da tıpkı bizim ruhumuzda olduğu gibi coşup taşan tutkuları varsa, bizzat ölüm kendiliğinden ve ani bir şey değil de şeytani iradenin bir şiddet gösterisiyse, doğada her yerde kendi toplumumuzdan tanıdığımız türden varlıklar çevremizde bulunuyorsa işte o zaman rahat bir soluk alabiliriz. Bu esrarengiz ortamda kendimizi evimizde hissedebilir ve mantıksız bunaltımızla psişik araçlar aracılığıyla uğraşabiliriz. Belki hâlâ savunmasız ama artık hiç de çaresiz ve eli bağlı değiliz; en azından tepki gösterebiliriz. Belki de aslında savunmasız bile değiliz. Dış âlemdeki bu zalim üstün insanlara karşı kendi toplumumuzda kullandığımız yöntemlerin aynısını uygulayabiliriz; onların merhametini uyandırmaya, onları yatıştırmaya, armağanlarla kandırmaya çalışır ve böylece onları etkileyerek güçlerinin bir kısmından yoksun bırakabiliriz. Psikolojinin bu şekilde doğa ilminin yerini alması, yalnızca süratli bir rahatlama sağlamakla kalmaz, aynı zamanda duruma daha iyi egemen olmanın yolunu da gösterir.
Yazının tamamı Bilim ve Ütopya'nın eylül 2018 sayısında!