Pek çok kült filmin yönetmeni olan Kieslowski kendini anlattığı kitabının bir yerinde şöyle der:
“Fakat bununla beraber, bazı şeyleri kolaylaştırmanın kendi içinde ne kadar iyi bir şey olduğunu bilemiyorum. Bazı şeylerin zor olmasının kötü bir şey olup olmadığından emin değilim. Acı çekmenin çekmemekten daha kötü olduğundan emin değilim. Bazen acı çekmek daha iyidir. Herkes bir kere bunu yaşamalıdır. Bizi olgunlaştıran da budur. İnsan doğasını bu oluşturur. Kolay bir hayatınız varsa, başkalarını da düşünmeniz için bir sebebiniz yoktur. Kendiniz ve başkası hakkında endişelenmeniz için bir şekilde acıyı yaşamış olmanız, acı çekmenin ne olduğunu bilmeniz gerekir. Böylelikle incindiğinizde, incinmenin ne olduğunu anlarsınız. Çünkü acının ne olduğunu anlamazsanız, acının olmadığı bir hayatı da anlamaz ve öyle bir hayat için şükredemezsiniz.” (Danusia Stok, Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor, Agora Kitaplığı, Ekim 2010)
Gerek bireysel gerekse toplumsal düzlemde biz insanlar bazı tecrübelerden geçerek insan oluyoruz. Oluyoruz dedik ama bu biten bir süreç mi? Hiç sanmıyoruz. Oluş süreci kesintisiz olarak devam ediyor. Hatta ölümden sonra da yaşam, “biz” diye bugün bilincinde olduğumuz bedenimizi farklı formlara sokarak sürdürüyor. Demek ki bitmeyen bir hareketin ve devingenliğin içindeyiz. Hayattaki hiçbir şey göründüğü gibi değil ve hiçbir su durgun değil.
Kieslowski’nin acı olgusundan yola çıkarak (ve bunu doğamızla eşitleyip belki de abartılı bir anlam yükleyerek) vurguladığı gerçeği de bu kapsamda düşünmek ufuk açıcı olacaktır. Çünkü insan veya insanlık acı çekmeden, sosyal ve bireysel pratiğin zorlu yollarından yürümeden olgunlaşamıyor. Doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, olgunluğu kibirden, nesnel gerçeği yanılsamadan, bilimi hurafeden ayıramıyor. Çünkü hepimiz bir yanıyla kendimizi dünyanın merkezine koyan ve bu çocuksuluğu üzerimizde taşıyan varlıklarız. Peki bu söylediğimiz acemiliklerimizin, yanlışlarımızın, hatalarımızın olmayacağı anlamına mı geliyor? Elbette hayır. Hatta yaşam biraz da onlarla güzel, renkli ve heyecan verici. Bilinmezi keşfetmek söz konusu yanımızın varlığıyla mümkün. Çünkü çelişki olmadan hareket, hareket olmadan da yaşam dediğimiz olgu mümkün değil. Ama diğer yanıyla da onlarla boğuşmadan da biz, biz olamıyoruz.
Bunları neden söyledik? Elinizde tuttuğunuz sayımızda büyük bilim devrimcisi Albert Einstein’ın doğumunun 140. yılını kutluyoruz. Einstein gökten zembille inen bir kişi değil. O; insanlığın büyük tecrübelerinin, çilelerinin, acılarının ve nihayetinde olgunluğunun ürünü bir dâhi. Einstein’a buradan baktığımızda onu bizim, hepimizin en iyi yanlarının vücut bulmuş hâli olarak görebiliriz. Kişisel özelliklerinden, zaaflarından söz etmiyoruz elbette. Vurgulamak istediğimiz bir simge olarak Einstein’in çığır açıcı katkılarıdır ve o dünyamızda zorbalığın, acıların hüküm sürdüğü çağlarda baskılara karşı bilimin ve gerçeğin sesi olan dev bilim insanlarının omuzlarında yükselmiştir. Sanırız “acının olmadığı bir hayatı anlamak” ve kurmak biraz da bu sürekliliğin ve tarihselliğin sonucudur.
Kapak dosyamıza katkı yapan değerli hocalarımızın her birine tek tek teşekkür ediyoruz. Arşivlik bir sayı hazırladığımız kanısındayız. Ayrıca diğer yazılarımız da dolu dolu!
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününüzü kutlarız.
Bilim ve aydınlanmayla dolu bir ay olması umuduyla…