Stalin diktatör mü?

Stalin’i iş başında, yönetirken izleyenler arasında, hareketlerinin bir diktatörün hareketleriyle bağdaşmadığı konusunda bir görüş birliği vardır. Daha ziyade boğuşulması gereken dehşet sorunlarla yüzleşen kurnaz ve tartışmasız yetenekli bir yöneticidir o. Sadece kendi bilgisi ve muhakemesiyle zorlukları aşmak için tamamen mükemmel planlara sahip olduğunu hayal edecek denli kibirli biri değildir. Farkında olduğu üzere komite masasının etrafında oturanlardan hiçbirinin elinde böyle bir plan yoktur. Onlara patronluk taslamaya kalkmaz. Hatta onları hiç zorlamaz. Ağırbaşlı bir şekilde sonu gelmeyen tartışmaları dinler, her konuşmacıdan bir şeyler çekip çıkarır, kademe kademe konuyla ilgili tüm değerlendirmeleri birleştirir ve hemen oracıkta, mümkün olan en çok gelecek vaat eden sonucu çıkartır. Toplantının bitiminde veya -tartışmalar sık sıkı bir gün sonraya ertelendiğinden- takip eden bir toplantıda, çalışma arkadaşlarının önüne tüm diğer önerileri ve eleştirileri toparlayan bir plan koyar. Ve sadece kendisine değil, çalışma arkadaşlarına da, uygulanması gereken plan buymuş gibi görünür. Uygulamaya konduğunda her türden öngörülmemiş güçlükler kendilerini gösterir, zira hiçbir plan yetersizliklerden ve kusurlardan azade değildir. Güçlükler yeni tartışmalara ve düzenlemelere yol açar fakat hiçbiri mükemmel değildir. Rejimi ne olursa olsun dünyanın her yerinde yönetim tam da bu şekilde yürümez mi? Geçmiş deneyimlerin tümü ve siyaset bilimi dikkat alınsa bile sonunda “deneme yanılma” yönteminden başka yol olmadığından, “yönetenlerin bitmeyen macerası”, eksik çareler bulmaktan başka bir şey değildir.

Bu noktada şu gözlemi yapmak gerekir: Her ne kadar Stalin anayasada hiçbir şekilde diktatör değilse de, hükmetme yetkisine ve hiçbir diktatörlük hevesine sahip olmasa da Parti’nin ve dolayısıyla hükümetin büyük liderliğinden indirilemez bir konuma geldiği düşünülebilir. Peki niçin? Bu sorunun cevabını yönetici kadronun, kahramana tapınma duygusunu ve Rus halkının şahsi otokratlara yönelik geleneksel saygısını kasıtlı olarak suistimal etmesinde buluyoruz. Bu durum, özellikle ölümünden sonra Lenin’in halk tarafından aziz veya peygamber mertebesine çıkarılmasında görüldü. Önünden geçen milyonlarca işçi ve köylünün farklı amaçlar ve niyetlerle taptığı Moskova Kızıl Meydan’daki kasvetli mermer mozalede uyuyan Lenin, kelimenin tam anlamıyla kutsandı. Lenin’in eserleri “Kutsal Kitap” haline geldi. Tefsir edilebilirdi ama asla karşı çıkılamazdı. Ölümünden sonra yerinin hiçbir zaman doldurulamayacağı konusunda herkes hemfikirdi. Fakat yüz altmış milyonun, önünde saygıyla eğilecekleri bir karakterin ortaya çıkarılması gerekliydi. Yönetici kadro içinde üstü kapalı bir biçimde Stalin’in proletaryanın, Parti’nin ve devletin ulu önderi olarak “parlatılması” anlayışı doğdu. On binlerce portresi ve büstü bu amaçla dört bir yana dağıtıldı ve Marx ve Lenin’inkilerin yanında tüm kamusal alanlarda boy gösterdi. “Yoldaş Stalin”e naifçe -veya bazılarının dediği üzere dalkavukça- halkın büyük önderi olarak gönderme yapmayan bir konuşma veya konferans bulmak zordu...

Öyle görünüyor ki böylesine bıkıp usanmadan yüceltilen ve hayranlık duyulan bir ulusal lider, kendi iradesine rağmen, sağlığı el verdiği ve bütün yönetimde bir felaket ortaya çıkmadığı müddetçe gerçekten yerinden edilemez. Başlangıçta devleti savaşa sürükleyebileceği sezinlenen Troçki’den daha istikrarlı bir muhakemeye sahip olduğu için seçilen Stalin’in artık, dünyanın her yerinde, başarılarıyla liderliğinin meşruiyetini sağladığı düşünülmektedir. Önce 1925’in çetin sorunlarını aştı, ardından 1930-33 arası köylülerin dikbaşlılığının üstesinden geldi ve sonunda Beş Yıllık Planların birbirini takip eden zaferlerini yaşattı. Onun görevinden alınması veya Troçki ve pek çoğu gibi Parti’den atılması insanlara açıklanamazdı. 

Sidney WEBB, Beatrice WEBB
Çeviri: Işıkgün AKFIRAT

Yazının tamamı Bilim ve Ütopya'nın kasım 2017 sayısında!

Tarih
Etiketler
stalin
diktatör
diktatorya
troçki
sovyet
bolşevik
ekim devrimi
sidney webb
beatrice webb
bilim ve ütopya
ışıkgün akfırat