Nasıl cinsiyetsizleştirildi?

Kırlarda koşup oynayan, ağaçlara tırmanan, çatılarda gezerek özgürlüğün tadına ermeye çalışan, bundan da sonsuz haz duyan bir çocuktu. Ancak, kadınlığa ilk adımlarını atmasıyla özgürlüğü de yitip gitmişti. Sigmund Freud’un kadınlar için “anatomi kader”dir, sözünü doğrularcasına cinsel organı yüzünden içinde doğduğu toplumun bir parçası olarak ona nasıl davranılması gerektiği öğretilmeye başlandı. İffetini koruma görevini annesi üstlenmiş ise de,(1) erkek kardeşleri, akrabaları hatta komşuları da bu konuda annesine yardımcı olmuşlar ve elbirliğiyle cinselliğini denetlemeye kalkışmışlardı. Bedeni üzerinde söz hakkının olmadığı fikri ona zorla benimsetilmişti.(2)

Oysa o, ağabeyleri gibi sokakta saklambaç ya da yakan top oynamayı, tornet yapıp sürmeyi, bisiklete binmeyi istiyordu. Sokağa, oyuna ve arkadaşlarına henüz doyamamıştı. Fırsat buldukça kaçıyor, özlediği alanlara koşuyordu. Ama annesinin korkusunu hep üzerinde taşıyordu. Kitap okumayı çok sevmesine rağmen, ev işi yapması için baskı altına alınmıştı. Ara sıra yaptığı işler artık görev haline gelmeye başlamış, babasının, kardeşlerinin yanı sıra evlerine gelip gidenlere de hizmet etme kuralı konmuştu. Bu işlerden fırsat buldukça yine kitap okumayı sürdürüyordu. En sevdikleri ise Kemalettin Tuğcu’nun öykü kitaplarıydı. Kitaplardaki karakterlerle kendini özdeşleştiriyordu. En büyük eksikliği sevgi olduğunu ve hep onun arayışı içinde yaşadığını ise ancak şimdilerde kavrayabiliyordu. Çünkü, annesi, babası ve yakın akrabalarınca, özellikle annesi tarafından her zaman erkek kardeşlerine daha iyi davranılmakta ve sevgileri daima onlara akmaktaydı Diğer kız kardeşi de küçük olduğu için bu sevgiden pay almakta, o ise kendine yüklenen rollerle başını okşayan bir ele hasret kalmaktaydı. Çok kitap okumasına annesi kızıyor, tamamen yasaklamasa da elişi yapmasını da istiyordu. Erkek kardeşlerini bunun tersine okumaya teşvik ediyordu.(3) Elişini sevmiyor gizli gizli köpek kulübesinde ya da el feneri ile yorganın altında okuma mücadelesine devam ediyordu. Dantel, örgü gibi işlere olan yeteneksizliği ise annesini oldukça ürkütüyordu. Annesinin onu kınayarak eve oturttuğu ve dantel örmeyi öğretmeye çalıştığı günü daha dünmüş gibi hatırlıyordu. Bu konuda ondan işittiği tek söz “Sen kadın olamayacaksın” idi. Buna benzer birçok olumsuz yargılamaları vardı.

Annenin değişik nedenlerden doğan yadsımasının genel olarak kız çocuğun kişiliğinde bir güvensizliğe yol açtığını ve onda ömür boyu sürebilen bir onaylanma gereksinmesi yarattığını(4) düşündüğünde bu tür baskıların ya da ayıplamaların kendisinde ne gibi izler bırakmış olduğunu kendisi de bilmiyordu.

En acı olan ise onu denetleme hakkı kendinden bir yaş büyük olan erkek kardeşine verilmesiydi. Ünlü yazar Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’deki roman kahramanı “Dirmit”in yaşadıklarına kendisi canlı örnekti. Yani, bir çocuk diğer bir çocuğun davranışlarından sorumlu tutuluyor ve o da kendisine verilen bu erkeklik vazifesini ispata kalkışıyordu. Çünkü “namus” gibi çok ağır bir görev yüklenmişti omuzlarına… Bir yandan sokakta kimseye bakmaması ve hiçbir erkekle konuşmaması yönünde sıkı sıkıya talimatlar veriliyor, diğer yandan da giyim yasakları konuluyor, cinselliği denetim altına alınıyordu. Okuldaki teneffüslerin dahi tadı yoktu. Gittiği yerlerde hep ensesinde birilerini hissediyor ve hiçbir şekilde özgür olamıyordu. Her an karşısına çıkacaklarını sanıyor ve gittiği her yere korkularını da yüreğinde götürüyordu. Erkekler yalnızca arkadaşı olacaklardı, asla sevgili olamazlardı. 80 öncesi döneme denk geldiği için “bacı” rolünün ötesine geçememişti. Aristo’nun “Erkeğin cesareti, emrederken, kadının ise itaat eder.” sözü buraya uygun düşüyordu.

Dilde ve düşüncede aşağılanan, yok sayılan dışlanan, baskılarla evcilleşen bir kadının Freud’un “baskılanın geri dönüşü”(5) olarak tanımladığı bu bastırmanın daha sonraki yaşantılarında türlü şekillerde ortaya çıkması ise ayrı bir psikanaliz konusuydu. Eril bir dilin yaşantısına nasıl yön verdiğini yıllar sonra anlayacaktı.

Bu arada ona baskıyla itaat etme öğretilirken, ağabeyleri hayatın tadını çıkarıyor, erkek olmanın özgürlüğünü yaşıyorlardı. Sevgililerini eve getiriyorlar, birini bırakıp bir diğeri ile çıkmaya başlıyorlar, liste yapıp ayrıldıkları kızların isimlerine birer çentik koyuyorlardı. Bu onlar için birer övünç kaynağıydı. Hasbelkader bir erkek arkadaşıyla görülmüş olması dahi her şeyi altüst ediyor, yumruklar havada konuşuyor, hiçbir günahı olmadan yediği dayakları gören bir diğer ağabeyi “Eline sağlık kardeşim” diyebiliyordu.

Baskılar, korkular, yıldırmalar ve dayatmalar yüzünden uzunca süre hiç bir erkeğe yaklaşamadı, yaklaştığında da özgürlüğünün gerçekleşebileceğine inanan, bütün güçleriyle kendilerini dişiliğin “zaafları”ndan kurtarmaya çalışan, erkeklerin daha değerli olduğuna inandıkları açıklığını, dürüstlüğünü ve vericiliğini edinmeye çalışan yüce idealli kadını oynamaya kalktı. Ancak ağır bir yenilgi ile geri çekildi. Sevginin karşılıklı bir açıklık gerektirdiğini, yoksa yıkıcılığa dönüşeceğini, bu yıkıcılığın ise cinsel eşitsizliğin derecesi değişmiş olsa da, aynıyla sürmesi yüzünden iki cins arasındaki sevginin en belirgin biçimi olan yozlaşmanın “romantik” aşkı olarak kaldığını ise otuzundan sonra öğrendi.

Ataerkil toplumlarda kadınların cinselliği utanç ve onur yakıştırmaları ile denetim altına alınmakta, ev yaşamını kapsayan alandan dışarı çıkabilme özgürlüğü kısıtlanmakta, karşı cinsle olan ilişkileri sınırlanmaktadır. Bütün bunlar, ataerkil bir düzen içerisinde ailesel, toplumsal, kültürel ve dinsel davranış kuralları, örf ve adetler kanalıyla gerçekleştirmektedir.(7)

Ataerkil geleneğe sahip  olan Osmanlı İmparatorluğu’nda hareme kapatılan kadının yazgısı Cumhuriyetle birlikte değişmiş ekonomik, sosyal ve siyasi haklarla kadınların toplumsal yaşama katılımları sağlanmıştı.(8) 1920’lerde Cumhuriyet’in hedeflediği ev kadını tipi, içinde barındırdığı bazı cinsiyetçi öğelere rağmen, Osmanlı dönemine göre büyük ilerleme kaydetmişti.(9) Cumhuriyet döneminin asil kızlarından olan annesinden kısmen bu mirası devralmıştı. Aynı zamanda Erendiz Atasü’nün “Dağın Öteki Yüzü” adlı kitabında ifade ettiği gibi,(10) Cumhuriyetin amaçlarına ulaşmak için çaba sarf ederken bedenlerini ihmal eden bu aseksüel kadınlardan çok da farklı olmadığını düşünüyordu.

Çünkü, 1945’lerde değişen eğitim sistemiyle “kadınlara özgenliğine kavuşması” hedefi bırakılmış ev içi alanda yapıp ettikleriyle tanımlanan yeni bir kadın kimliği oluşturulmuştu. Artık denetleyen, onaylayan ve karar veren erkekti.(11) İşte bu modern ve geleneksel yapı içinde yaşanan ikilemler birçok yasal haklara rağmen aslında ona tam olarak cinsel özgürlüğünü tattıramamıştı.

Kadının hep ikinci konuma itildiğini, sonra da itildiği konum sanki onun doğal ya da yapısal özelliklerinin bir sonucuymuş gibi gösterildiğini öne süren Simon de Beauvoir(12) ne kadar doğru söylemişti. Ona çocukluğu ve gençliği süresince nezaket, ilgi gösterme, besleyip yetiştirme, itaat gibi niteliklere sahip olma ve bu değerleri mükemmelleştirme öğretilmişti. Doğuştan var olmayan ama yavaş yavaş morfin gibi alıştırılan annelik duygusunu ihtiyacı olan babasına, kardeşlerine ve herkese verdi. Onların “cici” annesi olmuş ve hâla da olmaya devam ediyordu. Ailesi ve yakın çevresi tarafından elbirliğiyle topluma her şeyi ile ailesine bağlı, özverili ve son derece fedakâr, ancak doğal duygularından uzaklaştırılan cinsiyetsiz bir kişi kazandırılmıştı.

Bekar kadınları, çoğunlukla kendilerini adamış kız evlatlar, kız kardeşler veya her an yardıma koşan teyzeler, armağan ya da parasal yardım alınabilecek kişiler olarak ailenin bir parçası olarak gören Leonore Davidoff’un bu görüşü, yaşantısıyla örtüşen evde kalmış bu kız kurusu için son derece yerindeydi.(13)

İnsan yaşadıkça bir şeyler öğrense de, asıl eğitimin okumadan geçtiğini düşünüyordu. Çünkü, yıllar sonra akademik çalışma hayatına başladığında ne kadar çok şeyi bilmediğinin farkına vardı. “Meğer ne körmüşüm.” dedi. Bu nedenle Grimke’nin, “kadınların yüzyılların kemikleşmiş görüşlerinin ve geleneklerinin ağırlığı ile çarpışmak için kendi hakikatlerini dillendirmek ve meşrulaştırmak zorunda oldukları”(14) yönündeki fikrinden hareket ederek her şeye kendi hakikatinden  başlamak istiyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse buz dağı gibiydi ve görünmeyen çok daha büyük bir parçası suyun içinde gizlenmekteydi. Dışsal değişimini kısmen gerçekleştirmiş gibi görünse de içsel değişim için uzunca bir süreye ihtiyacı vardı.

Bilinçaltının yasalarını anlamak için önce ideolojinin nasıl işlediğini anlamak gerekmektedir. Bilinçaltı da büyük ölçüde benimsediğimiz fikirlerle uyduğumuz kurallardan etkilenmektedir.(15) Bu kentli görünen dağlı kadın, bilinçaltına yerleştirilen buzdağlarını parçalamasının hiç de kolay olmadığını biliyordu. Ayrıca “kadınlık kaderini” değiştirmeye kalkışanlara ataerkil toplumun çoğu zaman ağır bedeller ödeteceğini de göze alarak cinsellikle mücadelesine önce kendinden başladı.

Dipnotlar

  1. Sigmund Freud, Cinsellik Üzerine, Öteki Yayınevi, Ankara, 2000, s.368.
  2. Deniz Kandiyoti, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, (Çev.) .Aksu Bora, Fevziye Sayılan, Şirin Tekeli, Hüseyin Tapınç, Ferhunde Özbay, Metis Yay., İstanbul, 1997, s.73
  3. Ataerkil sistemde cinsiyet eşitsizliği için bkz. Kamla Bhasin, Toplumsal Cinsiyet, Bize Yüklenen Roller, (Çev.) Kader Ay, KADAV Yay., İstanbul, 2003a, s. 3-18.
  4. Shulamith .Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, (Çev.) Yurdanur Salman, Payel Yay., İstanbul , 1979, s. 158.
  5. Jale Parla, “Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi”, Kadınlar Dile Düşünce, (Der), Sibel Irzık-Jale Parla, İletişim Yay., İstanbul, 2004, s. 273.
  6. Firestone, a.g.e., s. 158.
  7. Kamla Bhasin, Ataerkil Sistem, Erkeklerin Dünyasında Yaşamak, KADAV Yay., İstanbul, 2003b, s. 6.
  8. Necla Arat, Kadın Sorunu, Say Yay., İstanbul, 1986, s. 115-117.
  9. Firdevs Gümüşoğlu, “Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (Haz.) Oya Baydar, Ayşe Berktay, Tarih Vakfı Yay., Ankara, 1998, s. 127.
  10. Parla, a.g.e., s. 183.
  11. Gümüşoğlu , a.g.e., s. 108.
  12. Parla, a.g.e., s. 24.
  13. Leonore Davidoff, “Aile Paradoksu: Tarihçilere Bir Çağrı”, Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet, (Çev.) Zerrin Ateşer, Selda Somuncuoğlu, İletişim Yay., İstanbul, 2002, s. 62.
  14. Josephine Donovan, Feminist Teori, (Çev.) Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Sayılan, İletişim Yay., İstanbul, 2001, s. 38.
  15. Parla, a.g.e. s. 29.

Kaynakça

ARAT, Necla Kadın Sorunu, Say Yay., İstanbul, 1986.

BHASİN, Kamla, Toplumsal Cinsiyet, Bize Yüklenen Roller, (Çev.) Kader Ay, KADAV Yay., İstanbul, 2003a.

                        , Ataerkil Sistem Erkeklerin Dünyasında Yaşamak, (Çev.) Ayşe Coşkun, KADAV Yay., İstanbul, 2003b.

DAVIDOFF, Leonore, “Aile Paradoksu: Tarihçilere Bir Çağrı”, Feminist Tarihyazımında Sınıf ve Cinsiyet, (Çev.) Zerrin Ateşer, Selda Somuncuoğlu, İletişim Yay., İstanbul, 2002.

DONOVAN, Josephine, Feminist Teori, (Çev.) Aksu Bora, Meltem Ağduk Gevrek, Fevziye Sayılan,

İletişim Yay., İstanbul, 2001.

FREUD, Sigmund, Cinsellik Üzerine, Öteki Yayınevi, Ankara, 2000.

FIRESTONE, Shulamith, Cinselliğin Diyalektiği, (Çev.) Yurdanur Salman, Payel Yay., İstanbul , 1979.

GÜMÜŞOĞLU, Firdevs, “Cumhuriyet Döneminin Ders Kitaplarında Cinsiyet Rolleri”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, (Haz.) Oya Baydar, Ayşe Berktay, Tarih Vakfı Yay., Ankara, 1998, s. 101-128.

KANDİYOTİ, Deniz, Cariyeler, Bacılar, Yurttaşlar, (Çev.) Aksu Bora, Fevziye Sayılan, Şirin Tekeli, Hüseyin Tapınç, Ferhunde Özbay, Metis Yay., İstanbul, 1997.

PARLA, Jale, “Kadın Eleştirisi Neyi Gerçekleştirdi”, Kadınlar Dile Düşünce, (Der), Sibel Irzık-Jale Parla, İletişim Yay., İstanbul, 2004.

Dr. Binnur ÇELEBİ

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın eylül 2013 sayısında yayımlanmıştır.

Toplumsal Mücadele