-Eksiksiz, özürsüz bir muhabbetten sonra ne yapılır komutan?
-Sevişilir.
-Olmadı komutan, ince, derin, zengin, geniş, ferah, canlı muhabbetten söz ediyorum. Siz işi pornografiye çeviriyorsunuz.
-Yargılarınızda çok acelecisiniz! Sevişmeyi yalnızca bedenle ilgili sanıyorsunuz. İnsan canıyla sevişir. Muhabbet canın canlara katılmasıyla gerçekleşir. Beden de candandır, duygular da, düşünceler, değerler, ilişkiler de. Canla yaratılır sanat, bilim, dünya görüşleri, inanç düzenleri, teknoloji, insanın bu gezegene kattığı ne varsa. Muhabbet, canların birbirine karışarak evrendeki yaşam enerjisine katılmasıdır.
-Biraz nutuk gibi oldu komutan. Üstelik muhabbetin ardından gelen sevişmeyi anlayamadım.
-Ben de ikide bir bana “komutan” deyişinizi anlayamadım. Benim askerlikle, silahla, savaşla hiç ilgim olmadı. Üstelik bedenimdeki sorundan dolayı askerlik de yapmadım. Bana en uzak seslenme biçimi komutan olabilir.
-Özür dilerim sizi üzmek istememiştim. Bir arkadaşınızla muhabbet üzerine konuşuyordunuz. Bu çay bahçesine çok sık gelirim. Çevremdekileri izler, insanları tanımaya, onlardan öğrenmeye çalışırım. Kulak misafiri oldum konuşmanıza. Çok etkilendim. Doğrusu muhabbet sözünden çok farklı şeyler anlıyordum. Biraz kafam karıştı. Arkadaşınız gitti, birden söz attım size. Muhabbetten sonraki dünyadan söz ediyordunuz.
Size neden komutan dediğimi izninizle açıklayayım. Ben emekli bir askerim. Sanmayın ki asker olduğum için size komutan diyorum. Ben varlıklarından dolayı şaşırıp inandığım insanlara komutan derim. Sözcük şuradan geliyor: Komutan sözcüğünü “kamutan” olarak okuyorum. “Kamu”, biliyorsunuz, “bütün”, “hep”, “her” gibi anlamlar taşır. Yunus’u anımsayın: “Kamu âlem birdir bize” demiyor mu? “Tan” ise mucize, şaşırtıcı olay, gün doğumu demek eski Türkçede. Komutan, demek ki, tümüyle şaşırtan, mucize yaratan demek.
-Şaka yapıyorsunuz, anladım. Sözlerimde mucize olan bir yan yok. Ben insan denilen bir canlı soyuna aitim, burada herhangi bir mucize yok. Sözlerim sizi şaşırtabilir. Anladıkça şaşkınlığınız gider, aşinalık başlar. Muhabbet kapısı aşınmış, bilindik bakışlarla bakanlara açık değildir. Sıradan bir ritüel değil muhabbet. Aynı şeyleri söyleyip durma değil. Elbet içinde hayret var. Hayret şaşkınlık değildir. Kendini bırakma var muhabbette, canını birbirinin canına emanet etme var. Birlikte açılma var. Açışma, dönüşme söz konusu. Sevgi var muhabbette, ideal iletişim var.
-Bu nasıl olacak, pek anlamadım. “İdeal iletişim” ile ne demek istiyorsunuz?
-Aktarmak istediğim içimdeki ileti olduğu gibi dilin ve çevrenin etkisiyle bozulmadan size ulaşıyor. Örneğin, A iletisini yollamışsam “hiç bozulmadan” size A olarak ulaşıyor.
-Nereden biliyorsunuz A’nızın karşı tarafa A olarak gittiğini?
-Muhabbetteki canlar bilir.
-Olmadı komutan, çok gizemli, çok öznel yanıt verdiniz!
-Bunda bir gizem yok. Örneğin kediler, köpekler, sevilip sevilmediklerini bilir. Bedenleriyle, sizin karmaşık dilinizle aktaramadığınız iletileri alırlar. Muhabbet dokunmadır. Canların birbirine dokunması. Bedenimiz bilir. Bilinç kendisine baskı uygulayan koşullardan kurtulunca evrendeki yaşam enerjisinin sahiciliği çıkar ortaya. Canını candaşlarına bırakmak, güven sorunu yaşayan bu kapitalist dünya insanının işi değildir. Herhangi bir mistik öğretiyi savunmuyorum ben. Muhabbet, bedenin duyup bilincin tam kavrayamadığı enerjiye açılmadır.
-Peki, bunu daha bilimsel bir biçimde açıklayıp gerçekleştiremez miyiz?
-Muhabbetin ön koşullarını belirlemek çok zor. Gün gelir bilimle de kavranabilir, bilimin tavrını genişletebilirsek. Şu kadarını söyleyeyim: Muhabbet hiçbir öğretinin, inancın tekeline alınamaz. Candaki bedenin duyması gerekir. Muhabbet kapısından geçebilmek için canımızda bir hazırlık kaçınılmazdır.
-Bir düşüneyim komutan, kendimi muhabbete dalmaya hazırlayayım. Gün gelir, muhabbet ortamında bedenlerimiz titreşir birlikte, canlarımız canlaşır! (Can gibi can olur, canlar kendilerini gerçekleştirir!) Yine de muhabbetten sonra neden sevişildiğini anlayamadım. Muhabbet, anlayamadığımızı zorlayıp daha önce anladıklarımıza indirgeyerek gerçekleşmez herhalde.
Prof. Dr. Ahmet İNAM
ODTÜ Felsefe Bölümü
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın eylül 2016 sayısında yayımlanmıştır.