Yerkabuğunun mikro, Türkiye’nin makro parçası: İstanbul

“İstanbul’da doğmak, yaşamak çok kıymetli bir şeydi. O yüzden annenizle evlenip İstanbul’a geldik. Siz bu kıymetli şehirde büyüyün, okuyun, öğrenin başarılı olun istedik. Bir gün bize: ‘Neden İstanbul’da değiliz?’ sorusunu sormanızı istemedik’’ diye anlatan babamın, aslında tam olarak ne demek istediğini yeni yeni anlıyor, fark ediyor ve ona daima teşekkür ediyorum. Her hafta sonu farklı bir tarihi eseri bildiği kadar anlatan, Eminönü Camii’nde kuşlara, dört kardeş dört buğday külahı alıp beslememizi seremoniye çeviren, balık alışverişlerini yaparken leğenler içindeki balıkları tanıtan (Kılıç balığını ilk defa orada görmüş ve öğrenmiştim), sonra balık ekmek yiyerek gördüğümüz manzarayı anlatan, vapurda simitin yarısını martılara atma yarışını kahkahayla izleyen ve beklenen sıcak salebi içmenin keyfini öğreten, Sultanahmet Camii sevgisini bize miras bırakan, çocuk tiyatrolarına götürüp Haldun Taner Sahnesini öğrenmemize vesile olan, yaz ayları Çamlıca Tepesi’nde her pazar piknik yaparak her ağacın, yeşilin, tepenin, İstanbul manzarasının önemini vurgulayan, kestane ve mısırın keyfini yaşatırken çöplerini çöpe atmamız gerektiğini, yaşadığımız kentin önemini vurgulayarak kavramamızı sağlayan ve birçok “Eski İstanbul” tanımının içinde sıkışan nice şeyi bize yaşatan, deneyimleten, öğreten anne ve babama hep teşekkür ediyorum. Her insan için farklı kıymeti olan, kimisi için hayallerin kenti olurken, çoğu yaşayan kişinin aslında bu kıymetin farkında bile olmadığı İstanbul.

Tarihte üç büyük imparatorluğa (Roma, Bizans, Osmanlı) başkentlik yapmış, çeşitli kültürlere ev sahipliği yapıp hepsiyle nezaketle ilgilenmiş, eşsiz coğrafyaya sahip, kıtaların, kültürlerin buluşma noktası İstanbul. 8500 yıllık tarihinin içine 1796 tarihi mekân, 9 ada, 28 saray, 91 müze, 93 hamam, 595 çeşme, 36 kütüphane, 227 tiyatro, 882 sinema, 9103 okul, 57 üniversite, 15 milyon nüfus sığdıran kadim şehir İstanbul.

Sanat, tarih, edebiyat, müzik, mimari, bilim temsilcilerinin tüm dünya ile iletişimine katkı sağlayan İstanbul.

Tarihi, bitki örtüsü, iklimi, ekonomisi, turizmi, mekânları, kültürü, ulaşımı, güvenliği, yönetimi üzerine sözü hiç bitmeyen İstanbul.

Hiç görmeyen çocukların hayallerini süsleyen, “Bir gitsem, iş bulsam, yerleşsem hayatım kurtulacak” diyen yetişkinlerin umudu olan, “O keşmekeşte, kalabalıkta yaşanır mı?” kaygısı, korkusu yaşayanların cesaretini kıran, yine de Türkiye’nin her yerinden en çok göç alan sabırlı şehir İstanbul.

Yaşayan çoğu insanın; kıymetini bilmediği, fark etmediği, önemsemediği, zarar verdiği, üzerinde yaşamış medeniyetlerin, kültürlerin farkında bile olmadan ömrünü tükettiği, tüm bu arsızlığa gücü yettikçe ses olanların hüzünlü şehri İstanbul. Topkapı Sarayı Tepesi, Çemberlitaş Tepesi, Beyazıt Tepesi, Fatih Tepesi, Yavuz Sultan Selim Tepesi, Edirnekapı Tepesi, Kocamusatafapaşa Tepesi ile efsunlu, medeniyet şehri, yedi tepe İstanbul.

Prof. Dr. Doğan Kuban İstanbul’u şöyle tarif eder: “İstanbul, denizin yarattığı ve yaşam verdiği bir kenttir. Surları, anıtları, sarayları, kiliseleri ve camileriyle iki deniz arasında dev bir geminin teknesi gibi yükselir.” İstanbul’un, mimarlık ve sanat ilişkisinde çok özel bir yeri vardır. Denizini özel kılan köprüleri, Boğazını özel kılan yalıları, köşkleri, siluetini özel kılan camileri, kiliseleri, kuleleri, tarihini özel kılan hamamları, çeşmeleri, anıtları, çarşıları, sarnıçları vardır. Ve daha niceleri…

Ev sahipliği yaptığı tüm medeniyetlerde, eser bırakarak günümüze gelmesinin, her medeniyetin mekânsal boyutlarının, katmanlarının üst üste gelmesiyle günümüze taşınmasının hem mimari hem sanat hem de topoğrafyası açısından çok önemli bir yeri vardır. Günümüzde arkeolojik kazılar ve incelemelerle ortaya çıkan kalıntılar, katmanlar dışında hâlâ birçok dönemi temsil eden büyük bir zenginlik keşfedilmeyi bekliyor. İstanbul’un; sanat anlayışının gelişiminde, edebiyatın omurgasında, sinemanın görsel hafıza ve konu zenginliğinde, kent belleği, kent kültür hafızası açısından belirleyici bir rolü var. Tüketim toplumu örneği olarak sıralamanın önlerinde olan bir kent olması bile, bu belirleyici rolü sekteye uğratamamakta. İstanbul’un kent kültürü içerisinde gelişen sanat olgusu günümüzde değişip dönüşürken aynı zamanda sanat-siyaset ilişkisinde yıpranmasıyla yavaşladığı da bir gerçek. Fakat sanatın serbest, boş zaman uğraşı olarak algılatma girişimlerine çok sert cevap veren en kadim şehirlerden birisidir İstanbul.

İstanbul tarihinin içinde günümüze taşınan mimari yapı zenginliğinin, nitelikli eski eserlerinin sadece İstanbul ve Türkiye için değil, tüm dünya ülkeleri için ilgi çekici ve önemli bir yeri vardır. Bu bağlamda incelediğinde İstanbul’un turizm kenti olmasının daha ötesinde incelikli, derin anlamı olan bir yere sahiptir. Bu yüzden günümüz eski eser restorasyon hatalarına tepki gösterilmekte, yanlışlara karşı taviz verilmemektedir.

Kültürel mirasın sürdürülebilir anlayışla korunmasında ve yönetilmesinde, en çok dikkat edilmesi gereken kentlerden biri olan İstanbul, günümüz mimarlığına teslim olmak istememekte bence çok haklı. Eski, nitelikli, bir başka örneği olmayan mimari yapılara yeni estetik formüller eklemek, niteliksiz mimari çözümlemeler sunmak sadece yapıya değil İstanbul’a da yapılan bir ihanet olarak kabul edilebilir. Bu konuda itirazı olan bir katılımcı olmanın çok önemli olduğunu ve bir başka yanlış kararda etkin bir tavır olarak yerini bulacağını unutmamamız gerekiyor.

İstanbul’un şehir kültürü, yaşanmışlığı, belleği çok şeyi saklar. Mesela eski İstanbul Türkçesini konuşan çok az insan vardır. Abdülhak Şinasi Hisar, bir kitabında bu konuda şöyle bir şey anlatır. “Hamdullah Suphi ile Halid Ziya bir gün Paris metrosunda karşılaşır, nicedir özledikleri anadilleriyle koyu bir sohbete dalarlar. Metrodan çıkarken bir Fransız yanlarına gelir, mazur görülmesini rica ettikten sonra, öteden beri dillerin musikisiyle ilgilendiğini ve yol boyunca hangi dille konuştuklarını çok merak ettiğini söyler. Türkçe olduğunu öğrenince, ‘şimdiye kadar bu dili duymak fırsatını bulamadığına müteessir ve şimdi duyduğuna da pek mütehassis” olduğunu belirterek şöyle devam eder: ‘Eğer bu istasyonda inmeseydiniz mahzâ konuşmanızı işitmek için sizi devam edeceğiniz istasyona kadar takip edecektim. Ne eski bir millet olduğunuz anlaşılıyor; zira lisanınız bu âhenkli ve musikili inceliğine ermek için uzun zamanların sarf edilmiş olması iktiza eder!’ ”

Bir başka örnek mesela bazı semtler yetiştirdikleri özel sebze ve meyvelerle ünlüydü ve İstanbullular bunları çok iyi bilir ve tanırdı. Mecidiyeköy dutu, Kavak inciri, Tuzla bamyası, Yedikule marulu, Erenköy çavuşüzümü, Arnavutköy çileği, Göksu patlıcanı, Beykoz fasulyesi, Çekmece domatesi, Darıca enginarı... Eski İstanbul evleri mesela… Bugün yüksek, karmaşık, kent planlamasının doğru programlanmadığı, çok çeşitli tasarım ölçeğindeki yaşam alanlarının aksine; birbirinin güneşine, rüzgârına, manzarasına, mahremiyetine, çevresine saygılı inşa edilen ahşap evler süslüyordu sokakları, caddeleri. Günümüzde Balat, Çengelköy, Kuzguncuk, Kanlıca gibi semtler de korunmaya çalışılıyor.

İlber Ortaylı “İstanbul’dan Sayfalar” kitabında eski İstanbul evlerinden şöyle bahseder: “Osmanlı'da ahşap mimari, kendine özgü bina biçimi, getirdiği yaşam tarzıyla hemen bütün Makedonya, Bulgaristan, Ege, Karadeniz ve Anadolu'da yaygındı. Çevreye göre, yer yer yapı malzemesinde farklılıklar görülürdü. İmparatorluğun başkenti ise, ahşap bir metropol idi.

İstanbul'un profilini seyreden biri; yeşillikle iç içe geçmiş ahşap şehrin ortasında yükselen, taş işçiliğinin harikası camileri, bedestenleri görünce büyülenirdi. Şiddetli depremlere bile dayanan ahşap evler; şöyle hafif bir rüzgâr kıvılcımları savurduğunda mahalle mahalle yanıyorlardı. Komşuda yanan evin kirişlerinden fırlayan kızgın çiviler, bir yangın bombası gibi etrafa yağar ve birkaç ev ötedeki hane halkını sokakta bırakırdı. Onun için Fatih'te yangın çıksa; Aksaray, Dizdariye'dekiler derhal alarma geçerdi. Ahşap ev kolay yanardı, ama yangından mal kurtarılamasa da can kurtarmak da kolaydı. Kimse yangında dört duvar arasında sıkışıp kalmazdı. Asıl taş binalar yanarken can kaybı olurdu. Haziran 1870’te çıkan Büyük Beyoğlu yangınında ahşap binalardan herkes kaçıp kurtulmuşken, taş ve tuğladan yapılan binalarda yüzden fazla can telef olmuştu. Yangında aşırı soğukkanlı davranan ve majestelerinin görkemli elçilik binasının yanmayacağına inanan İngiltere Büyükelçisi de, binanın tutuştuğunu görünce canını zor kurtaranlardandı.

Bu yangından sonra Hükumet, Macaristan modeline göre bir itfaiye nizamnamesi hazırladı. Kurulan örgütün başına da Macaristan'dan Kont Secheny getirtildi. Kont Secheny Paşa, İstanbul itfaiye kumandanı olarak, güzel kızı Vanda ile İstanbul'un renkli tiplerinden biriydi.

Aslında 16. yüzyıldan beri her yangından sonra, mimarbaşı ve sadrazam yeni evlerin kargir olarak yapılmasını gözetirdi. Bu konuda çıkan sayısız emirname vardı. Ama dinleyen kim?!...

Bunun başlıca nedeni, ahşap evin malzemesinin kolay taşınmasıydı. İlk yapıldığında kırmızı, sarı aşı boyasıyla boyanan evler, güneşten, yağmurdan kararıp çürüyüp, yangında çıra gibi tutuşmaya hazır beklerlerdi. İstanbul yangınlarında bütün devlet örgütü sorumluluk yüklenir, mahallelerin tulumba takımları da gönüllü itfaiyecilik yapardı.

Ahşap evleri kargire çevirmek, Tanzimat dönemi yöneticilerinin başlıca uğraşlarından biriydi. Büyük Reşit Paşa, daha Londra elçiliğindeyken; ‘nasıl becerilse de, taş yapı işçiliği ve ustalığı geliştirilse’ sorunu üzerinde raporlar yazıp, Babıali'ye gönderiyordu. Avrupa'da inşaat ustası yetiştirilmesi bile düşünülmüştü. Açıkçası, kargir bina yapacak usta, hiç de sanıldığı kadar çok değildi. Bazı kamusal yapıların dışında, kargir konut yapacak kadar ne usta, ne malzeme, ne de yeterince para vardı toplumda. Tuğla sözü İtalyanca ‘tegola’dan (kiremit) gelir, yabancı ve lüks bir maddeydi. O zaman her yerde tuğla ocakları yoktu. Kerpiçle kereste, sivil mimarinin başlıca iki malzemesiydi. Üstelik İstanbul'un dar sokaklarından kum ve taş yüklü araba geçirmek mümkün değildi. Ancak eşekle ahşap evin kerestesi, kiremiti taşınabilirdi. İstanbul'un nakliyeci esnafı, ‘eşekçi acemler’ denen kalabalık İranlı gruptu. 20. yüzyıldan itibaren büyük kargir tuğla binalar Beyoğlu'nda, Sirkeci'de, Gümüşsuyu'nda yükselmeye başladı. İstanbul ve diğer kentler, yavaş yavaş kalfa eliyle betonlaştı. Betonlaşma kaçınılmaz bir gelişme; ama bu süreç, akademik bir estetikle, sağlıklı kent planlamasıyla birlikte yürütülemedi.’’

Ahmet Hamdi Tanpınar da, İstanbul’u ve İstanbul’un çeşitli semtlerini ele aldığı Huzur romanında, romanın en önemli yapı taşlarından biri olan mekânı kültürün önemli bir unsuru olarak algılar ve değerlendirir. Tarihi ve doğal güzellikleriyle bir arada düşünülen İstanbul, kültürel birikimin/değerlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasında önemli bir rol üstlenir. Bu mekân yazar için kültürle, kişilikle ve kimlikle yakından ilgilidir. Çünkü İstanbul, Tanpınar’a göre bütünlüğü olan bir şehirdir. Her ne kadar Tanzimat’la birlikte toplumun/bireylerin önünde açılmaya başlayan ve tesirini giderek daha yoğun bir şekilde hissettirmeye başlayan yeni hayat ve yeni terkip, eski nizamı değiştirecek gibi görünse de, İstanbul, köklü bir medeniyetin en güzel ifadesi olan bir şehir olduğu için bütünlüklüdür. İstanbul’u, farklı parçaların olgunlaşmış bir bütünü/kendi içerisinde bütünlüğü olan bir şehir olarak değerlendirme düşüncesi, Tanpınar’dan önce, bütün bir Türk vatanında en çok İstanbul’u sevdiğini eserlerinde sık sık dile getiren Yahya Kemal’de de dile gelir. Ancak bu sevgi, Banarlı’nın ifadesiyle, İstanbul’u, vatanın herhangi bir şehrine tercih etmek kabilinden vatanseverliğe aykırı sayılabilecek bir gönül hadisesi değildir (Banarlı, 2001: 1180).

Yahya Kemal’e göre İstanbul, bütün bir Türkiye’nin muhasalası ve bütün Türk vatanını kendi güzelliğinde özetleyen, bir araya getiren, millî bir mimari ile meydana gelmiş bir şehirdir: “Bu, daha İstanbul’un alınışında başlamış; İstanbul’un Aksaray semtine Konya Aksaray’ından ahali getirilmesi gibi; bu şehrin her köşesi, vatanın her semtinden gelen Türklerle süslenmiştir. İstanbul, onların dili, onların zevki; onların vatanı, kendi ev, aile, sokak, sanat, medeniyet anlayışlarıyla işlemeleri neticesinde, onların hayatlarıyla hal-hamur olarak böyle Türkiye özeti belde halinde yaratılmıştır (Banarlı, 2001: 1181). Tarihinden günümüze kadar binlerce önemli, kıymetli insanların yaşadığı, ömrünü tamamladığı İstanbul’un sözü hiç bitmeyecek! Bence İstanbul konuşuyor olsaydı hepimiz çok utanırdık. Bu kadim, kıymetli, içinde çok şey saklayan, gizemli kenti, bizden sonraki kuşaklara koruyarak teslim etmek, gelişmesi için emek vermek hepimizin en önemli görevi olmalı. İstanbul’da yaşamak ile İstanbul’u yaşamak arasındaki farkı hepimizin anlaması gerekiyor. Ve artık İstanbul özgür olmalı… Yahya Kemal’in dediği gibi “Şiir de sanat da hürriyete dayanıyor. Siyasetin sanatı tehdit etmediği devirlerde birbirinden büyük sanatkârlar yetişmiştir. Sanata müdahale edilen devirlerde ise sanatkârın kökü kurumuştur.” Ah İstanbul…

Kaynak

Banarlı, Nihat S.(2001). Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınevi

Etiketler