Bu bir film analizi değil, olması da amaçlanmadı. Burada okuyacaklarınız film notlarından ibarettir.
Pek çoğumuzun dikkatini toplamakta zorlandığı ve yoğunlaşmakta sorunlar yaşadığı bir dönemden geçiyoruz. Yaşama güdüsünün kaygılarla tetiklendiği zamanlar sanatı üreten için büyük beslenme olanakları taşısa da, sanatın paylaşıldığı geniş kitlede, haklı olarak, aynı etkiyi yaratmıyor kuşkusuz. Önceliklerin bir bakıma ilkelleştiği gündelik tecrit yaşamımızda güçlü kalabilmek de yine sanattan beslenmekten geçiyor. Onbinlerce yıldır deneyimlediğimiz gibi.
Bir bakıma eksik, yarım bir yaşamı sürdürüyoruz. Genellikle güncel filmleri değerlendirirken bugünlere uygun, yarım kalmayı anlatan bir filmi beraber incelemek istedik.
Sinema yolu çok daha uzun olsa da 2013’te Ida’yla tanıdığımız yönetmen Pawlikowski, bu kez 2018 yapımı Cold War (Soğuk Savaş) filmi ile bize eksik kalan bir öyküyü anlatıyor.
İkinci Dünya Savaşı sonrası, Sovyetler Birliği egemenliğindeki Polonya kırsalında başlayan film, ismine de bir ölçüde kaynaklık eden Soğuk Savaş dönemi boyunca 20 yıllık bir evreyi anlatıyor.
Wiktor ve Zula’nın bir halk şarkıları korosu ve dans topluluğu seçmelerinde karşılaşmaları ile başlayan aşkın, dönemler ve sınırlar arasındaki sürece yayılışı ve dönüşümü üzerine çatışmasını kuruyor yönetmen. Wiktor ve Zula’nın aşkı ve çelişmeleri, aslında onların aidiyetleri sorunu üzerinden daha üst bir çelişmeye işaret ediyor: Aydın ve halk çelişmesi. Wiktor ve Zula’nın temsil ettiği toplumsal konumların bu çelişmesi belki de filmin en temel katmanını oluşturuyor. Bunu bir ‘aşk’ üzerinden tanımlamanın, öyle imgelemenin oldukça yaratıcı ve etkileyici olduğunu da söylemeliyiz.
Film gerçekten ulusal-evrensel, aydın-halk gibi pek çok çelişmeyi kendisine temel alsa da, üzerine yapılan pek çok değerlendirmede buna rastlamak mümkün değil. Çoğunlukla vitrindeki aşk öyküsü, kadın-erkek ilişkisi, kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinden açıklanmaya çalışıldığını görüyoruz.
Açıkça söyleyelim. Cold War bir aşk macerası değil, daha doğrusu esası, anlatmak istediği bir kadın-erkek ilişkisinden çok öte ve katmanlı.
Film tam da aydın-halk ilişkisinde hem tamamlayıcılık ve toplumsal konumları itibariyle birbirine bağlılığı, hem de bunun yarattığı beklentilerdeki eylemdeki eksikliği bize sunuyor.
Bu filmde aşk yarım, öykü yarım, sanat yarım, ölüm dahi yarım.
Yönetmenin elinde 200-220 dakikalık görüntü olduğu kesin ama kısacık bir film çıkarmış oradan. Uzun planlar, içine kaptırıp gittiğiniz akışlar yok. Ritmi aksak, kurgusu bilinçli kopukluklarla ilerliyor.
Yönetmenin yaratmak istediği de aslında tam olarak bu. Kopukluk, eksiklik, ait olamama, kendini gerçekleştirememe, yarımlık duygusu.
Filmin izleyiciyi bağladığı, yinelediği imge bu filmde bir şarkı. Bütün dönüşümü o şarkının üzerinden, ona bağlanan duyguların değişimini sunarak, karakterlerin o şarkıyla kurulan ilişkisi üzerinden toplumsal konumları ve aidiyetleri sorgulatıyor.
Doğu Avrupa’da ‘vatan’ın yine anne metaforuyla sunuluşu, filmin başından itibaren çalan o “anne”li halk şarkılarıyla karşımıza çıkıyor. Anne o dile, toprağa, aidiyete bağlılıkla soyutlanıyor. Köylü kızı Zula’nın “haddini bildirdiği baba”sından söz ederken aslında o “baba” da devleti ve bürokrasiyi tanımlıyor.
Karakterlerin “özgürleşmek” için büyük düşlerle Paris’e kaçışı ve orada üzerinde çalıştıkları Polonya halk şarkısı Dwa serduszka’yı stüdyoda Fransızca kaydetmeye çalışmaları, bir türlü şarkının gerçek duygusunu yaratamaması, şarkıyı kaydederken sahnenin ve şarkının bir anda kesilmesi aslında filmin ana fikrini, düğüm noktasını bize veriyor.
Wiktor ve Zula’nın aşkı, aslında beraber bir şarkıyı beraber özgürce söyleyebilmekte filizleniyor. Bunun çözümünü bütün bağlarından koparak, önce topraklarından sonra dillerinden kaçarak bulacaklarını düşünüyorlar. O kaçışın ilk dağıttığı şey yine o “aşk” oluyor. Üretemiyorlar, var olamıyorlar. Giderek sıyrıldıkları kimlikleriyle birlikte kişilikleri, değer yargıları da çözülüyor.
Aydının toprağından sökülüp, kaçmaya çalıştığı yerde ne aydının ne de emekçinin bir umudu, bir tutkusu, üretimi, mutluluğu var. Orada ancak küçük ve değersiz görülüyor, Batının “sermaye”si olabiliyor.
En önemlisi karakterlerin kaybettikleri umutları. Umudun da bir toprağı var. Umut da her şeye rağmen o yaslandıkları ve içinde filizlendileri tarihiyle, kültürüyle, insanıyla ve hapiste bile ait olduğu hayat bulduğu o toprakta yeşerebiliyor. Parçalanan aşkın yine yaşam bulduğu yer dönüş ile oluyor.
Yönetmenin bu anlatısının iki temel önermesi var:
Çözüldüler, çünkü onları birleştiren tutkunun kökleri, dil ile temsil edilen vatanlarıydı. En ağır baskı koşullarında dahi var olunabilecek, kendini gerçekleştirecek tek yer o şarkının diliydi. Vatanın yoksa yarımsın; aşkın da yarım, yaşamın da ve bunun doğal sonucu olarak sanatın da yarım.
Yönetmenin ikinci önermesi bu kez aydın sorunu üzerine yoğunlaşıyor. Halk daha özel ifadesiyle köylülük, kadında vücut buluyor, onun karakterinde nefes alıyor. Kadın kadar üretken, ezilen, yoksul ama güçlü, dirençli ve gerektiğinde "baba"sına haddini bildiren…
Zula’nın, Wiktor’un kaçma planına uzak oluşu aslında emekçi-vatan ilişkisi açısından da çarpıcıdır.
Wiktor ise aydını temsil ediyor. Köksüzlüğüyle, kendini kurtarmacılığıyla, bencilliği ve çözümsüzlüğüyle. Cold War bu açıdan bir aydın eleştirisidir.
Pawlikowski işte tam burada “aşk” üzerinden tanımladığı, ikisi arasındaki ilişkide ‘ne senle ne sensiz’ bir durum var diyor bize.
O “aşk”ın tarafları hep birbirlerinden kendilerini ve o “aşkı” kurtarmasını bekliyor. İkisi de birbirinden kendilerini özgürleştirmesini bekliyor. Ancak filmin sorusu bu: Özgürlük nerede, kiminle ve o özgürlük aslında ne?
Yönetmen aydın peşinde sürüklenen halkın hep gerçeği kavrayan, o gerçekle temas eden ve gerçekten nerde var olabileceğini kavrayanın, sürükleyen aydının sonuçsuz savruluşlarından halkın aydını gerçeklik zeminine çekme görevini yüklüyor. Avrupa’nın “köylü” devleti olarak onlardan ayrılan ve her devrin “arka bahçe”si Polonya bu açıdan farklı genetik kodları taşıması da hikayeyi ister istemez daha katmanlı bir hale getiriyor. Pawlikovski hikayelerinde o katmanlı anlatımdan çok bizzat o tek katmanda derinliği yakalamaya çalışırken, bu filmiyle bunu aşıyor. Üstelik 80 dakikada, bunca hikayeyi sığdırarak.
Özetle, yönetmen “birbirimizden de vatanımızdan da, aidiyetlerimizden kaçamayız, o aidiyetler hem bizim prangamız hem de üretme, kendimizi gerçekleştirebilme, var olabilme toprağımız diyor. Özgürlüğü de bu koşullarla sunarak cevabını izleyiciye bırakıyor.
Pawel Pawlikowski nin öyküsünü oturttuğu bu temelin kişisel tarihinde de önemli bir yeri olması oldukça şaşırtıcı. Gerçekten de aidiyet, bağlılık ve üretmek sorunu aslında kendi yaşamın da özeti.
Yönetmenin daha eski filmleri olan My Summer of Love ve Late Resort’u İngiltere'de çekmişti. Görece bu filmler çok başarılı değildi ve aslında yönetmenin kendini bulduğu filmler olarak da sayılamaz. Ancak Polonya'ya dönüşü ile Akademi Ödülleri, Altın Küre, BAFTA gibi nice ödüller aldığı Ida (2013) ve arkasından onu Cannes’da ‘en iyi yönetmen’ ödülüne taşıyan Cold War (2018) geldi.
Pawlikovski Ida’dan beri savaş sonrası Polonya’ya, küçük insanların acılarından, toplumsal, tarihsel travmalara uzanan ve derinleşen, her filmiyle biraz daha derine kazıyor daha derinlere vuruyor. Bu biraz da ait olduğu o toplumun büyük hikayesine kendi ailesinin kişisel hikayesinden yola çıkarak varıyor. Kendi kişisel tarihine ve köklerine kazdıkça o bağlı olduğu tarihsel derinliği, parçası olduğu o ortak duyguyu buluyor. Kahramanların isimlerinin annesinin ve babasının isimleri olduğunu ekleyelim.
Filmin içindeki Paris kısırlığı ve Polonya üretkenliği arasındaki fark da aslında yönetmenin dünyasının bir yansıması. Paris körelmenin, Polonya ise tutkunun merkezi oluyor, tam tersi olması beklenirken. Aslında burada oldukça derin ve sarsıcı bir gerçeğin cesaretli bir dile getirilişi filmi değerli kılan yönlerden biri. Hep karakterler ve onların orayla kurdukları ilişki üzerinden bir temel anlatıma dikkat çeksek de, ilişkinin öte yanını oluşturan batı aydınına da değer yargıları ve kendinden olmayana tepeden bakış yönlerinden eleştiriler getiriyor.
Pawlikowski kendi ülkesi, geçmişi, halkı ve aydınıyla bir hesaplaşıyor. Yönetmenin olamayan “aşk”ı geçmişi aslında.
Sosyalizm ve Polonya arasındaki o yarım kalan, olamayan “aşk” da aslında yönetmenin geçmiş hesaplaşmasının parçası. Bunu sanatta Jdanovculuk eleştirisi ile tamamladığını söyleyebiliriz. Başta belirttiğimiz şarkının Fransızcaya çevrilmesi gibi, bu kez Polonya’da Stalin ve devrim vurgularının şarkının sözlerine yerleştirilmesi ile o ruhu kaybediyor.
Polonya sineması açısında bu eleştiriler yeni değil elbette. Sinema tarihine geçen Andrej Wajda’nın 80li yılların başında çektiği
Czlowiek z zelaza (1981) ve Danton (1983) Gdansk Ayaklanması süreciyle birlikte okunduğunda bunların en önemlileri sayılabilir. Wajda sinemasını da meraklı izleyicilere bu vesileyle önermiş olalım.
Filmi izlerken aslında bugün pek de dikkatle incelenmediğini düşündüğümüz ve filmle üst üste oturan iki kitabı da hatırlatmak gerekiyor.
S. Moissej Kagan’ın Aziz Çalışlar çevirisiyle yayımlanan Estetik ve Sanat Notları’nda Ulusallık ve Halka Bağlılık bölümü, aydın-vatan-üretim ilişkisi üzerine oldukça çarpıcı açıklamalar içeriyor. Bir sinema yazısı için yeterince uzunken, çok istediğimiz halde alıntıları buraya koymamayı uygun gördük. Ancak sadece bu filmi değil, sanat, gerçeklik, estetik, güzellik kavramları üzerine düşünen hemen herkesin kütüphanesinde bulunmalı.
Aydın sorunu üzerine okuma yapan, izleyen, sorgulayan hemen herkesin Doğu Perinçek’in Kaynak Yayınlarından çıkan Aydın ve Kültür’ünü de baş ucunda tutmalı. Uluslararası ve ulusal ölçekteki kavramsal tartışmanın berraklaştırıldığı en önemli yayın olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Aydın tartışmaları son bulmadı, aksine daha da yoğunlaşacağı bir döneme giriyoruz. Zamanımız bolken, derinleşmek isteyen okuyucular ve izleyiciler açısından umarız faydalı olur.
İyi seyirler.
09
Nisan
2020
Yazan
Tayfun Taşlıoğlu
Yazının Okunma Süresi
11 dakika
Kültür
Etiketler
cold war
pawlikowski
sinema
tayfun taşlıoğlu