Taş devrinde Tanrı anlayışı, ölüm algısı ve ritüelleri

Yazan
Prof. Dr. Metin ÖZBEK
Yazının Okunma Süresi
40 dakika

Dini inanışlar ne zaman hayat buldu? Taş Devri insanlarının Tanrıları var mıydı? İbadet ediyorlar mıydı? Soyut düşünce kavramı ve mistik duyguların simgelerle (çizgi, resim vb.) ifade edildiği bir dünyada varlığı ancak gündeme getirilen bu davranış örüntülerinin ilk çıkış yeri ve zamanı neresiydi? İlk insanlar ölümü nasıl algılıyorlardı? Hangi dönemden itibaren tarih öncesi topluluklar, insan olmanın ne anlama geldiği, insanın yaradılışı ve onun diğer canlılardan farklı olan yönleri konusunda kendilerini sorgulamaya başladılar? Hangi dönemden itibaren tapınaklar inşa etti; varsaydığı koruyucu, gözetici, esirgeyici bir gücün yardımını almak, onun himayesinde yaşamını sürdürmek amacıyla dualar etmeye, tapınmaya başladı? İnsan beyninin ürünü sayılan doğaüstü güçler hangi çağdan itibaren Taş Devri atalarımızın ayrılmaz bir parçası oldu?

Göbeklitepe gibi görkemli tapınaklar, camiler, sinagoglar, kiliseler inşa edilmeden önce Taş Devrinde yaşamış olan atalarımızın varsaydıkları Tanrılarına, doğaüstü güçlerine sesleniş mekânları, ibadet yerleri doğal mağaraların yüzlerce metre derinliğindeki ıssız, karanlık ortamlardı. Kabilenin şamanları, büyücüleri nezaretinde bu dış dünyadan uzak mekânlarda tapınırlar, ayinler yapar, mağara duvarlarına çizdikleri hayvan resimlerinin önünde avlarının bereketli olması için Tanrılarıyla iletişim kurar, onların yardımını isterlerdi. Din, büyü, Tanrı, hayvan bu karanlık mekânlarda Taş Devri atalarımızla ayrılmaz bir bütün oluşturmuştu.

Tanrı anlayışı ve bu anlayışla bütünleşen ölüm algısının ortaya çıkışı beyindeki sıra dışı nörofizyolojik değişmenin, daha doğru bir deyişle beynin ön lobunda prefrontal korteksteki benzersiz bir mutasyonun ürünüdür. 650-700 cm3’lük bir beyin kapasitesiyle tarih sahnesinde yerini alan ilk atamızdan (Habilis) sonra giderek irileşen beynimizin 1500 cm3‘e ulaşıncaya kadar Tanrı ve ölüm kavramlarını idrak edecek ve bunu günlük yaşamında uygulamaya koyacak kadar zihinsel performansa erişemediği anlaşılmaktadır. Tanrı kavramıyla, birtakım ritüel davranışlarla ve ölüm olgusuyla günlük yaşantımızı düzenlememiz “Neandertal” adı verdiğimiz insan topluluğuyla başladı diyebiliriz. Arkeolojik ve antropolojik veriler bunu göstermektedir. 3 milyon yıllık bir zaman dilimi içinde insanın bu kavramları gündeme getirmesi oldukça yeni olup sadece 100 bin yıl öncesine gidebilmektedir. Bu kavramları uygulamaya koyan ve mistik bir dünyanın varlığını beyninde algılayan Neandertaller, kültürel evrim sürecimize bambaşka bir boyut kazandırmış, soyut anlayışa dayalı bir evrenin kapılarını açmış, dini inançlarla ilgili yepyeni bir kültürel örüntüyü insanlığa kazandırmışlardır.

 

İnsansılarda Tanrı anlayışı, ölüm algısı yok muydu?

Afrika’nın doğusunda ve güneyinde savanlık alanlarda zamanımızdan önce 4,5 milyon ile 2 milyon yıl arasında yaşamış olan insansıların (Australopithecus) diğer hayvanlarda olduğu gibi ölüm karşısında takındıkları kayıtsızlığı biliyoruz.  Australopithecus afarensisler ölülerine sahip çıkmıyor, onları gömmüyorlardı. Ölüm algısı ve Tanrı anlayışı öyle anlaşılıyor ki bu insansıların beyninde henüz hayat bulmamıştı. “Prefrontal korteks”lerindeki (alın bölgesi) nörofizyolojik yapılanma böyle bir algının oluşması için yetersizdi. Onların fosilleşerek günümüze kalan iskeletleri hep göl ve nehir çökelleri ya da volkanik katmanlar içinde bulundu. Mezar âdetlerini çağrıştıran en ufak bir iz yoktur. Australopithecus africanus ve Australopithecus robustus’ler de ölülerini gömmüyorlardı. Din kavramı ve mezara ölüyü gömme duygusu bu insansılar için de söz konusu değildi. Doğu Afrika’nın göl ve nehir çekelleri arasında ya da Güney Afrika’nın breş tabakaları arasında fosilleşerek günümüze ulaşabilen iskeletleri ölülerin o dönemlerde öldüğü yerde kaldığını ve terk edildiğini çağrıştırmaktadır.

 

İlk atamız Habilislerin Tanrı ve din anlayışı var mıydı?

Tanrı anlayışı ve ölüm sonrası bir başka hayatın olabileceği düşüncesi ilk insan olan Habilislerde de gelişmemişti; Australopithecus’lar gibi onlar da ölülerine sahip çıkmıyor, mezara gömmüyor, defin törenleri düzenlemiyorlardı. Yapılan ayrıntılı incelemeler bu ilk insanlarda beyin düzeyinde asimetrik bir yapının var olduğunu, hatta beynin sol yarımküresinde Broca (önde) ve Wernicke (arkada) konuşma merkezlerinin oluştuğunu göstermektedir. Neredeyse bizler kadar bilişsel kapasiteye sahip, günlük yaşamda kullanacağı çeşitli aletleri yapabilecek düzeye gelmiş olan Habilislerin ölümü bizler gibi algılamadığı anlaşılıyor. Ölen yakınlarına sahip çıkmıyor, tıpkı diğer canlılar gibi öleni öldüğü yerde bırakıyorlardı. Bugüne kadar, Doğu ve Güney Afrika’daki Habilislerin gün ışığına çıkarıldığı jeolojik tabakalarda mezar olayını çağrıştıracak, onların inanç sistemleri hakkında bilgi verebilecek en ufak bir kanıt ele geçmedi. Anatomileri, beslenme alışkanlıkları, yaptıkları araç ve gereçler hakkında sahip olduğumuz onca bilgiye rağmen ilk atalarımızın mistik dünyaları konusunda ne yazık ki elimizde en ufak bir ipucu bulunmamaktadır.

 

Erektusların inanç dünyaları hakkında ne biliyoruz?

Afrika, Asya ve Avrupa’da değişik iklimlerde ve coğrafyalarda ZÖ 1,8 milyon ile 200 bin yılları arasında yaşam süren Erektuslara gelince, hiçbir topluluğunda mezar âdetini çağrıştıracak bulgulara rastlanmadı. Onların iskeletleri jeolojik katmanlar içinde tıpkı diğer hayvanlarınki gibi darmadağınık biçimde fosilleşmiş halde ele geçti. Java Erektuslarının iskeletleri çoğunlukla volkanik arazilerde, bataklık ortamların çökelleri içinde bulundu. Çin’deki Zoukoutian mağarasında yaşamış olan Erektusların (Z.Ö. 800 bin) da inanç duygularını, Tanrı anlayışlarını açığa vurabilecek hiçbir arkeolojik ve antropolojik bulguya rastlanmadı. Gürcistan Dmanishi insanları (Z.Ö. 1 milyon 750 bin) mağarada bulundu; mezara gömüldüklerini gösteren hiçbir iz yok. Kuzey Afrika’da Fas sınırları içinde yer alan Rabat mağarasında ele geçen ve ilk Sapienslerin muhtemel ataları olarak görülen son Erektuslar da (Z.Ö. 200 bin) ölülerini gömmemişler. Ortadoğu’da Filistin ve Lübnan’da çok sayıda mağarada Erektusların fosillerine rastlandı. Bu mağaralarda ölülerin mezara gömüldüğünü çağrıştıran hiçbir bulgu ele geçmedi. Cezayir’in Ternifine mağarasında yaşamış olan Erektuslar için de aynı durum geçerli. En eski izleri aşağı yukarı 800 bin yıl öncesiyle tarihlenen Avrupalı Erektuslar da hemcinsleri olan Asyalı ve Afrikalı Erektuslar gibi ölülerini gömmüyordu. Bu gözlemler akla şu soruyu getiriyor: Erektusların beyinlerinin frontal lobunda Tanrı anlayışını ve ölüm algısını filizlendirecek herhangi bir genetik oluşum (mutasyon) gerçekleşmemiş miydi acaba?

 

Din ve Tanrı anlayışı, mezar âdeti Neandertallerle başladı

Tanrı anlayışı, ölüm algısı, ölenlerin ardından çeşitli törenler düzenleme, ölen yakınlarla bağları koparmayarak çeşitli kültürel pratikler çerçevesinde hatıralarını canlı tutma, 3 milyon yıllık insanlığın tarihinde karşımıza çok geç çıkmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki beynin özellikle frontal lobundaki bir nörofizyolojik mutasyon sonucunda bu benzersiz yapı kazanıldı. Bir başka deyişle, insandaki beyin hacmi 1500 cm3’e ulaşmadan din ve Tanrı kavramı atalarımızın beyninde hayat bulmadı. Bu benzeri görülmemiş kültürel olay da ilk kez Neandertallerle karşımıza çıkıyor. Neandertallere ait bugüne kadar 50 mezar tespit edildi. Onların Avrupa’daki ataları sayılan Heidelberg toplumlarında (Homo heidelbergensis olarak bilinirler) ölüm algısı, mezar âdeti yoktu.

Yaklaşık 1,9 milyon yıl bu kavramlar olmadan insanlık bu dünyada varlığını sürdürdü. Son 100 bin yıl içinde Tanrı, din ve ölüm algısı insanın günlük hayatına girdi.

İnsan, her canlı gibi doğar, yaşar ve nihayetinde ölür. Ölmekle her şeyin yok olmadığını, ölümden sonra da bir başka hayatın olabileceğini varsayan ilk insan, Neandertal olmuştur. Ölüsüne sahip çıkan, deyim yerinde ise “kıyamet günü” kavramını ortaya koyan ve bir Neandertalin öldükten sonra yok olup gitmeyeceğini, bir başka dünyaya geçeceğini ve orada dirilip tekrar yaşamaya devam edeceğini varsayan ilk atamızdır Neandertal.

Neandertaller dünyasında çok sayıda düşüklere rastlıyoruz. La Ferrassie, Le Moustier (Fransa), Dederiyeh (Suriye) mağaraları buna örnek verilebilir. İnançlarıyla bambaşka bir dünyanın kapısını açan bu iri beyinli atalarımız, düşükler için bile ayrı defin merasimleri düzenler, mağara içinde uygun bir yere tıpkı erişkin ve çocuklara yaptıkları gibi mezar çukuru açar, gömer, üzerlerine canlılığın ve dirilişin simgesi saydıkları kırmızı aşı boyası tozunu serperlerdi. Onların inancına göre her insan, ölü doğmuş olsa bile, nihayetinde bir canlı yaratık olarak bir süre rahim hayatını sürdürmüştür.

Bizdekinden daha iri olan beyinleriyle Tanrı kavramını idrak etmişler, doğaüstü güçlerin sınırsız koruyucu, esirgeyici güçlerinden medet ummuşlar, inanç dünyalarını onlarla bütünleştirmişlerdir. Neandertal kabileleri her ne kadar açık bölgelerde oldukça dağınık şekilde kamplarını kurmuş ya da özellikle son buzul çağının ilk yarısında mağaralarda yaşamış olsalar da birbirlerinden kopmamış ve sıkı bir kültürel ilişki içinde olmuşlardır. Bu temaslar sayesinde inançla ilgili bazı kültürel özellikler de birinden diğerine geçmiş olmalıydı.

Neandertaller ölen kişinin ellerini yüz hizasına getirir, bacaklarını göğüs hizasında tutar, âdeta cenin pozisyonunu verdikten sonra da sıkıca bağlar ve ardından, büyük bir olasılıkla deriden hazırladıkları bir örtüye sararak (kefen?) mezara yatırırlardı. Neandertaller neden ölüye cenin pozisyonunu veriyorlardı? Belki daha sonraki hayatında yeniden dirilip yaşamaya devam etmesini simgeleyen bir pozisyondu bu. Çoğu kez başının altına yassı bir taş koyar, ölünün üzerine bol miktarda kırmızı aşı boyası (okr) serperlerdi. Neandertal bu aşı boyasını çok kullanırdı. Günümüzde bazı geleneksel topluluklarda aşı boyası dirilişi simgeler. Neandertallerin inancına göre de ölen kişi yok olmuyor, uzun bir yolculuğa çıkıyordu; bu yolculuk uyku idi ve sonunda bu uykudan uyanacaktı. Yeni hayatında, acıkmış olacağını düşünerek yanına bol miktarda et parçaları koyarlardı.

Neandertaller, kabile içerisinde saygınlığı olanları, dini şahsiyetleri (şaman?) ayrı bir mekâna gömerlerdi. Bunlar için farklı defin merasimleri düzenlenirdi. Nitekim, içinde yaşamadıkları halde, bazı mağaralara sadece bazı erkek ölülerini gömdükleri görülüyor. Mezar yerleri, defin merasimleri, ölen kişinin yaşına, hayatta iken yaptığı işe, kadın veya erkek olmasına, hatta sağlık durumuna göre değişirdi. Bebek ve düşükler için küçük mezar çukurları öngörülürdü; örneğin Fransa’nın Dordogne bölgesinde Combe-Grenal adlı mağarada gömülen bebek, doğumundan kısa bir süre sonra ölmüş olan bir Neandertale aitti. Neandertal bebeği için öngörülen bu mezar 1 m çapında ve 40 cm derinliğinde küçük bir yuvarlak çukurdu. Bebeği gömdükten sonra mezarın üzeri yassı taşlarla kapatılmıştı. Suriye’nin kuzey-batısında Afrin bölgesinde yer alan Dederiyeh mağarasında da Neandertaller yaşamış (ZÖ 70-50 bin). Burada gün ışığına çıkarılan 24 aylıkken ölmüş Neandertal bebeği için açılan mezar çukuru ise daha küçük olup 70 cm uzunluğunda, 50 cm genişliğinde ve 25 cm derinliğinde idi.

Kafkasya’nın kuzeyinde Rusya sınırları içerisinde bulunan Mezmaiskaya mağarası da Neandertallerin yoğun olarak yaşamlarını sürdürdükleri ve ölülerini gömdükleri bir doğal mağara idi. Burada da ölüler, cenin ve bebek ayırt edilmeksizin, ayrı ayrı mezara gömülüyordu. Nitekim, doğumuna yakın düşmüş ya da doğumdan sonra birkaç ay yaşamış olan bebek de başı kuzeye dönük, sağ tarafına yatırılarak çömelmiş konumda 40x20 cm çapındaki bir mezar çukuruna gömülmüştür. Neandertallerin, düşükleri bile mezara gömmeleri, yanlarına öbür dünyada yemeleri için gerekli olacak yiyecekleri bırakmaları, çeşitli hayvanların boynuz ya da kemiklerini düşüğün yanına koymaları, mezarın üzerini ağır yassı taşlarla kapatmaları (leş yiyicilerden korumak amacıyla olabilir) o çağlar için benzeri görülmemiş bir insancıl davranıştır. Tarih öncesi dönemlerin avcı topluluklarında hayvanlar, besinlerini teşkil eden yaratıklar olmalarının yanı sıra, dirileri ve ölüleri koruyup gözeten, onlara kol kanat geren doğaüstü güçlerdi. Bu anlayış, üst paleolitik, epipaleolitik ve neolitik kültür çağlarında da devam etti.

Fransa’da la Chapelle aux Saints adlı doğal mağara, Neandertallerin inançları ve ilginç ölü gömme âdetleriyle ilgili benzersiz bir örnek vermesi açısından, ayrıntılı olarak incelenmeye değer. 3. Zaman kalkerlerinden oluşan bir tepe üzerinde yer alan mağara, tek kişilik bir mezar olarak kullanılmış. Öyle anlaşılıyor ki, bu özel mekân bu yörede 50 bin yıl önce yaşamış olan bir Neandertal kabilenin ruhani dünyasında çok saygın ve kutsal bir nitelik arz ediyordu. Deyim yerinde ise âdeta bir Akropol gibiydi. Mağara girişinden yaklaşık 300 metre içeride bulunan mezar, ulaşılması zor bir dehlizde toprak zeminde 30 cm derinliğinde, 1 metre genişliğinde ve 1,45 m uzunluğunda olup bir erkek Neandertal için öngörülmüş. Bu keşif kilise dünyasında da büyük yankı uyandırdı; nitekim, mağarayı en çok ziyaret edenler de yörenin din adamlarıydı. Neandertaller bu mağarayı hiçbir zaman bir iskân yeri olarak kullanmamıştı. Mağaranın tavanı bir insanın rahatça girip dolaşması ya da yaşaması için hiç de uygun sayılmazdı. Burası kişiye özel bir mezar yeri olarak düşünülmüştü. Ölen yaşlı Neandertal, kabilenin saygın bir kişisi, bir dini şahsiyeti (şaman?) olmalıydı. Onun için sıra dışı bir defin merasimi düzenlenmişti. Öldükten hemen sonra dizleri göğüs hizasına gelecek şekilde bükülmüş, elleri yüz hizasında tutulmuş, deyim yerinde ise anne karnındaki cenin konumuna getirildikten sonra (muhtemelen bağlanarak) zemini yassı taşlarla kaplanmış mezar çukuruna, başı doğuya bakacak şekilde, sırt üstü yatırılmıştı. Başının hemen üzerine üç dört adet yassı hayvan kemiği yerleştirilmişti. Onların da üzerine sığırın ayak parçaları bırakılmış. Ayaklardaki anatomik eklemleşme bozulmadığına göre bu parçalar, ölü dirildiğinde yemesi için öngörülmüştü. Ölünün etrafına, orta paleolitik kültüre ait çok sayıda taş aletler bırakılmış, kırmızı aşı boyası tozu ölünün üzerine serpilmiştir. Mezarın bulunduğu mağara içinde gün ışığına çıkarılan çok sayıda yanmış hayvan kemiklerine bakılırsa, Neandertaller bu saygın kişinin gömüldüğü mağarayı düzenli olarak ziyaret ediyor, kestikleri hayvanların etlerini burada yiyor ve kendilerince ibadetlerini yerine getiriyorlardı. Mağara girişinde saptanan sağlı sollu ateş izleri de geceleri bu “anıt-mezar”ın meşale yakılarak aydınlatıldığını akla getirmektedir.

Irak’ın kuzeyinde Irak-Türkiye sınırına çok yakın bir konumda yüksekçe bir kesimde yer alan Şanidar mağarasında aşağı yukarı 50 bin yıl öncesinde Neandertaller yaşıyordu. İçeride bulunan yedi Neandertal, muhtemelen bir deprem anında mağara tavanından kopup düşen kaya parçaları altında kalarak ölmüşler.  Hayatta kalanlar, mağara içinde açılan mezar çukurlarına depremde hayatını kaybeden ölülerini gömerken, diğerlerine uygulamadıkları bir ayrıcalığı sadece birisi için öngörmüşler; 35 yaşlarında ölmüş bu erkeğin mezarında sekiz tür çiçeğin bol miktarda fosilleşmiş polenlerine rastlandı. Genel kanıya göre bu Neandertal, mezara gömülürken ya çiçeklerden oluşan bir yatak üzerine yatırılıyordu ya da çiçekler ölünün üzerine serpiliyordu. Özel bir defin uygulaması yapılan bu Neandertalin bir şaman, bir kabile reisi ya da ermiş birisi olduğu tahmin edilmektedir.

Özbekistan’da Teshik-Tash mağarasında (jeolojik yaşı tespit edilemedi) bir Neandertal çocuğunun mezarı bulundu. 9-10 yaşlarındaki bu çocuğun, mezar çukuruna cenin pozisyonunda gömüldükten sonra çevresine yaban keçilerinin boynuzları dizilmiş. Boynuz Neandertal dünyasında yeniden dirilişin, canlılığın sembolüydü. Aynı zamanda bereketi simgeliyordu. Öte yandan, Fransa’da Pech del’Aze adlı mağarada da aynı uygulamayla karşılaşıyoruz. Buradaki mezar 70 bin yıl öncesiyle tarihlendirilmiş olup Avrupa’daki en eski ölü gömme örneğidir. 25-26 aylıkken ölen bebek mağara içinde açılan küçük bir çukura cenin pozisyonunda gömülürken yanına mousterien tipi taş aletlerle beraber sığır, keçi ve geyik kemikleri konulmuş. Bu hayvanların belki de koruyucu gücü altında bebek öbür dünyaya yolcu edilmişti.

Her ne kadar özel statüdeki ölüler için defin bölgesi olarak öngörülmüşse de mağaralar aynı zamanda Neandertallerin yaşadıkları yerlerdi. Ölüler, eğer yaşanılan bir mağara içine gömülüyorsa, genellikle ocak yanı tercih edilirdi. Nasıl ki neolitik çağ insanları oturdukları evlerin bazı odalarında ölülerini taban altlarına gömüyorlarsa Neandertallerde de aynı davranış vardı; ölülerini mağara zemininde açtıkları 30-40 cm. derinliğindeki çukura gömüyor ve onlarla birlikte yaşamaya devam ediyorlardı. Çağlar geçmiş ama zihniyet değişmemiş. 

Fransa'da La Ferrassie mağarasındaki (ZÖ 50 bin) buluntular Neandertallerin aile kabristanı olduğunu da akla getirmektedir. Mağaranın zemininde tam sekiz bireyin (2 erişkin ve altı çocuk) mezarı bulunmaktadır. 45 yaşlarında bir erkek, mezara doğu-batı yönünde ve sol tarafına yatırılmak suretiyle fetüs konumunda gömülmüş. Sağ el omuz hizasına getirilmiş. Ayaklar kalça altında tutulmuş. Hemen onun baş hizasında bu sefer aksi yönde ve erkekten yaklaşık 50 cm uzakta 25-30 yaşlarında bir kadın gömülmüş. Deyim yerinde ise baş başa gelecek şekilde çukurlara konmuşlar. Karı koca olmaları ihtimali çok yüksek. Her birinin üzerine kırmızı aşı boyası serpilmiş. Çevrelerine taş ve kemik aletler bırakılmış. Başlarının altına yastık yerine geçecek olan yassı bir taş konulmuş.  Her mezarın içine, bu insanların uyandıklarında acıkacakları varsayılarak çeşitli av hayvanlarının etleri bırakılmış. Gelelim şimdi diğer ölülere; bunlardan ikisi cenin, geri kalan dördü ise değişik yaşlardaki çocuklardır. Ceninlerden birisi doğumuna yakın düşmüş olan, diğeri de 7 aylık cenindir. Her ikisi de adam yerine konulmuş, onlar için çukurlar açılmış, tıpkı erişkinler gibi çömelmiş konuma getirilerek itina ile gömülmüş, üzerlerine kırmızı aşı boyası serpilmiş, daha sonra da yassı taşlarla mezarlarının üzeri kapatılmış. Dört çocuğa gelince, bunlardan birisi 10 yaşlarında, ikincisi yeni doğmuş, üçüncüsü 3 yaşında ve dördüncüsü ise 23 aylıkken ölmüş. Bebekler, ceninler ve çocuklar da yetişkinler gibi aynı doğu-batı yönünde gömülmüşler. Genç yaşta ölen anneye mi aitti bu bebek, cenin ve çocuklar? Yetişkinler karı ve koca ise aralarındaki yaş farkı da oldukça dikkate değer. Bebeklerin, yetişkinlerin mezar seviyesinden biraz daha altta bulunması göz önüne getirilecek olursa başka bir grubun farklı zamanlarda, daha önceden ölmüş yakınları oldukları da düşünülebilir. Bu gömüler dışında mağara zemininde var olan içleri boş sekiz küçük tepeciğin ise ne amaçla oluşturulduğu bilinmiyor. Neandertallerin inanç dünyaları gerçekten çok bilinmeyenlerle dolu.

Fransa'da Le Moustier adlı mağarada (ZÖ 40 bin) da bir aile kabristanına tanık oluyoruz. Burada biri 18 yaşında ölmüş iki birey ve biri doğumdan hemen sonra ölmüş ya da doğumuna yakın düşmüş üç bebek ayrı ayrı çukurlara gömülmüş. Hepsinin de aynı seviyede olması dikkat çekicidir. Ölülerin yanlarına tekrar dirildiklerinde yemeleri için de etler bırakılmış.

 

Neandertallerin kültleri vardı

Neandertallerin inandığı birçok doğaüstü güçleri, Tanrıları vardı. Sadece etini yemekle kalmamış, bazı hayvanları yüceleştirmiş, onlarla ilgili bazı kültler geliştirmişlerdir. Avrupa’da bir mağara ayısı kültü olduğunu biliyoruz. Mağara ayısı, Neandertalin çok yakından tanıdığı, boyu 2,5 metreyi bulan tehlikeli bir hayvandı. Bu ayının etini yemiş, postundan yararlanmış, köpek dişlerini alet olarak kullanmış, aynı zamanda onlardan kolye yapıp boynunda koruyucu bir güç olarak taşımıştır. Bunun iki güzel örneğini İsviçre ve Fransa’da iki mağarada buluyoruz. Örneğin Fransa'da Regourdou mağarasında 20 kadar mağara ayısına ait kafatası, ölünün yatırıldığı mezarın yanında açılan çukura bilinçli olarak yerleştirilmiş. Mezar çukurunun üzeri de 1 ton ağırlığındaki yassı taş ile kapatılmıştır. Aynı mağaranın tabanında açılmış küçük çukurlara da aletler ve ölülerin uyanınca yemeleri için etler bırakılmıştır. Bu mağara ayısı ile ölü arasında mutlaka mistik bir ilişki vardı. Mağara ayısının ölüyü koruyacağı inancı mı vardı?  Bir güç mü alıyordu ölüler bu vahşi hayvandan? Bu devasa hayvan, Neandertalin gözünde bir Tanrı mıydı? Bunlar yoruma oldukça açık konular. Rusya'da Ural bölgesinde İman adlı bir mağarada girişten 100 metre içeride mağara tabanına açılan 60 cm derinliğindeki bir çukura yaklaşık 6 aslanın kafatası özenle yığılmış, bunların arasına bir de mağara ayısının kafatası konulmuş. Mağara zeminindeki çukura mağara aslanlarının kafataslarının bilinçli bir şekilde istif edildiği anlaşılmaktadır. Bu kafataslarının Neandertallerin gözünde sembolik bir değeri olmalıydı. Aynı mağarada Neandertallere ait taş aletler ele geçti.  Burada hiçbir Neandertal yaşamamış ne ocak izleri ne yanmış odun kalıntıları ne de besin artıkları var. Öyle anlaşılıyor ki bu mağarada inançlarıyla ilgili bazı törenler yapıyorlardı. Mağara aslanı, Neandertal kabilesinin gözünde, Tanrı mertebesinde bir kutsal yaratık olmalıydı. Burada bir mağara aslanı kültü’nün varlığı akla gelmektedir.

Neandertallerin inanç dünyalarıyla ilgili örnekler oldukça fazla; nitekim Lübnan'da Nahr İbrahim adlı mağarada bu kez “geyik kültü” karşımıza çıkıyor. Yörede bol miktarda avlayıp etini yedikleri Dama mezopotamica adlı geyik, Neandertalin inanç dünyasında özel bir yer işgal ediyordu. Mağarayı zaman zaman ziyaret ederek, hiç yaşamadıkları bu mekânda bir av öncesi ya da sonrasında birtakım ayinler yapmış olmaları ihtimal dahilinde. Neandertaller mağaraların en kuytu köşelerini tapınmak, ayin yapmak için kullanıyorlardı. Onların da kendilerince inanç dünyaları, yardımını diledikleri doğaüstü güçleri, Tanrıları bulunuyordu. Nahr İbrahim mağarasının derinliklerinde gözden uzak bir köşede, zeminde 50 cm çapında bir alan içerisine, avlayıp etini yediği geyiklerin ayaklarını ve gövde parçalarını üst üste yığmış, en tepeye de geyik kafataslarını koyduktan sonra bu yığının çepeçevre etrafına taş aletlerini dizmiş, tüm yığını kırmızı aşı boyası ile kaplamışlar. Bu düzenlemelerin mutlaka bir ritüel, dinsel ya da büyüsel anlamı olmalıydı.

Neandertallerin gizemli dünyasına ait en ilginç buluntu Fransa'daki Bruniquel (Brünikel) mağarasından geliyor. Yaklaşık 146 bin yıl önce Neandertaller mağara girişinden yaklaşık 300 m içerideki geniş bir açıklıkta, hazırladıkları 400 parçadan oluşan sarkıt ve dikit kırıklarından yararlanarak yan yana biri 2 x 1 m diğeri ise 6,7 x 4,5 m çapında iki oval yapı hazırlamışlar. Bunların yanında da yine daire biçiminde öngörülmüş dört adet küçük yapı var. İki ton ağırlığındaki sarkıt ve dikit malzemesi ile hazırladıkları bu dairemsi yapılar ne işe yarıyordu? Mağara içindeki karanlık ve ıssız galerilere girip ellerindeki meşalelerin ışığında (karbonize olmuş odun parçaları onu çağrıştırıyor) bu tenha yerlere sığınıyor ve orada Tanrılarıyla iletişime mi geçiyorlardı? Burada inançlarıyla ilgili törenler mi düzenliyorlardı? Mutfak artıkları olmadığına göre düzenli ve devamlı kaldıkları bir mekân değildi. Bu mağaralarda her zaman oturmamış demek ki; buraları kutsal bir mekân olarak öngörmüşler. Bruniquel, La Ferrassie (Fransa), Monte Circeo (İtalya) ve Şanidar (Irak) gibi mağaralarda Neandertallerin ritüel dünyalarına ilişkin çeşit çeşit sahnelere tanık oluyoruz. Gelecekte buna benzer ele geçecek olan buluntular Neandertallerin sır dolu mistik dünyalarını aydınlatacak birçok belgeyi bize kazandırabilir.

Göbeklitepe’den 134 bin yıl önce Neandertaller, tabii ki o dönemin imkânları ölçüsünde, inançlarıyla ilgili uygulamaları ölümsüzleştirmişlerdi. Bruniquel mağara tapınağı tarihin (0) noktası değil ama, -134 bin yıl öncesiydi. Mekân ve zamanlar farklı olsa da inanç açısından özünde büyük bir benzerlik bulunuyor.  

 

Sapienslerle birlikte Tanrı anlayışı, inanç sistemi ve ölüm algısı bambaşka bir boyut kazandı

Afrika Sapienslerin anayurdu sayılır. Modern insana ait en eski buluntular Kuzey, Güney ve Doğu Afrika’da gün ışığına çıkarıldı. Ne var ki Fas (Djebel Irhoud, ZÖ 300 bin)), Etiyopya (Omo Kibish I, ZÖ 160 bin) ve Güney Afrika (Klasies River Mouth ZÖ 150 bin) Sapienslerinin bulunduğu jeolojik katmanlarda mezar âdetini çağrıştıracak hiçbir ize rastlanmadı. Bu durumda, Sapienslerin Ortadoğu’ya geçtikten sonra o bölgede yaşamakta olan Neandertal kabilelerinden ölü gömme âdetini ve diğer birtakım inanışları kültürel temas sonucunda almış olmaları kuvvetle muhtemel. Zaten iki topluluğun evlilik ilişkilerinde bulunduğunu kanıtlayan (Filistin) melezler de bu coğrafyada bulundu. 

Neandertaller ölülerini her bir mezar çukuruna tek olarak gömerken, Sapienslerde zaman zaman aynı mezara birden fazla ölünün gömüldüğüne tanık oluyoruz. Örneğin Fransa’nın güneyindeki Grimaldi bölgesinde “Grotte des Enfants” olarak bilinen mağarada 40 yaşlarındaki bir kadın ile 13 yaşlarındaki bir erkek çocuğu yan yana, çömelmiş pozisyonda yan taraflarına yatırılmış vaziyette gömülmüşler. Bunlar aynı anda gömülmüş olup büyük bir olasılıkla anne ve oğuldu. Diğer taraftan, aynı gömü anlayışına Filistin’de Djebel Qafzeh mağarasında da tanık oluyoruz; 20 yaşlarında bir kadın ile 6 yaşlarında bir çocuk aynı anda mezara gömülmüşler. Tüm bu örnekler ölü gömme anlayışında Neandertallerden sonra bazı farklılıkların ortaya çıktığını açıkça göstermektedir.

Sapienslerin bazı kabilelerinde ölünün mezara sırtüstü, bazılarında da tıpkı Neandertallerde olduğu gibi, çömelmiş konumda ve sağ taraflarına yatırıldığını görüyoruz. Ölenin yok olup gitmeyeceği, uzun bir uyku dönemi geçireceği ve ardından tekrar dirileceği düşüncesi onlarda da vardı. Bu nedenle ölünün yanına çeşitli mutfak eşyaları, av etleri bırakılıyor, üzerlerine öbür dünyadaki (ahiret?) hayatın simgesi sayılan kırmızı aşı boyası tozu (okr) serpiliyordu. Avladıkları hayvanlarla aralarında kurulmuş olan mistik bağ Sapienslerin inanç sistemlerinin bir parçasıydı. Filistin’de dünyadaki en eski mezar âdetinin görüldüğü yer olarak kabul edilen Djebel Qafzeh mağarasında aşağı yukarı 90 bin yıl öncesiyle tarihlenen bir mezara cenin pozisyonunda gömülen elleri göğüs hizasında kavuşturulmuş 12-13 yaşlarındaki bir erkek çocuğun kucağına konulmuş olan görkemli boynuzlarıyla bir geyik başı (dama mezopotamica) mutlaka bir inanışın tezahürü olmalıydı. Çocukluğunda alın kısmına yönelik bir darbe sonucu beyni hasar görmüş olan çocuğun beyin gelişmesinin, nörologlara göre, 6 yaşlarına doğru durduğu, bu nedenle de zamanla davranışlarında bazı anormallikler ortaya çıktığı düşünülmektedir. Aynı mağarada diğer Sapiens ölüleri yanlarına herhangi bir nesne konulmadan sıradan bir şekilde gömüldüğü halde bu çocuğa, sağlık yapısı nedeniyle, ayrı bir gömü şeklinin uygulanması son derece dikkat çekicidir.

 

Hayvan-Tanrı tasvirleriyle bütünleşen Sapiens dünyası

Din ve büyü Sapienslerin dünyasında ayrılmaz bir ikili oluşturuyordu. Avladıkları hayvanlar ya da çevrelerinde var olan yırtıcılar onların mistik dünyasını süsleyen, Tanrı mertebesine çıkarılan canlılardı. Tüm hayatları av hayvanları ve yırtıcılarla iç içe geçen bu avcı toplulukların Tanrı anlayışlarının, inanışlarının, tapınma şekillerinin, dünyayı algılayış tarzlarının bizimkilerle aynı olması beklenemez. Onların dünyası bizimkilerinkinden farklı bir dünya idi. Özellikle İspanya (Altamira mağarası) ve Fransa’nın bazı bölgelerinde yer alan doğal mağaralar (Lascaux, Chauvet, Niaux), Sapienslerin yaşadığı yerler değil de inanç dünyalarını yansıtan çeşitli hayvan resimleri ve kabartmalarıyla ün yapmıştır. Bu mağaralar muhtemelen Sapienslerin dini yapılarıydı. Örneğin, 17 bin yıl öncesine tarihlendirilen Lascaux mağarasının yüzlerce metre derinliğinde yer alan karanlık galerileri, buzul çağının en son evresinde Sapienslerin inanç dünyalarıyla bütünleşen, o dönemde yaşamış Ren geyiği, bizon, yaban sığırı, mamut, step atı, kıllı gergedan, yaban domuzu gibi çeşitli av hayvanlarıyla doludur. Sapiensler bu mağaralarda hiç yaşamadılar. Çizdikleri resimlerle hayvanları doğal boyutları içerisinde ölümsüzleştirdiler. Fransa’nın 37 bin yıl öncesiyle yaşıt Chauvet mağarasında girişten yüzlerce metre içerideki karanlık galeriler atlar, dişi aslanlar, domuzlar, bizonlar ve daha nice irili ufaklı hayvanlarla doludur. Burada perspektif resim sanatının en güzel örneklerini görüyoruz. Fransa’nın güneyinde bulunan Niaux mağarasının girişinden 500 metre içerideki galerilerin duvarlarında insan elinin uzanamayacağı kısımlara kırmızı ve siyah boya kullanılarak çizilen yaban atları, keçileri ve geyikleri sanat aşkıyla yapılmış olamaz. Sapiensler bu mağaralarda törenler yapıyor, ibadet ediyor, doğaüstü güçlerle iletişime geçiyordu. Hayvanlar dünyası ile Sapiensler arasındaki mistik bağın tezahürüydü bu karanlık mekânlar. Dış dünyaya kapalı bu gizemli atmosfer içinde büyük bir olasılıkla avlarının bereketli geçmesi için dualar ediyor, tapınıyor, kendilerini bu sihirli dünyanın büyüsüne kaptırarak çeşitli törenler icra ediyorlardı. Bu mağaraların değişik zamanlarda farklı Sapiens kabileler tarafından aynı amaçla kullanıldığını, hatta yeni resimlerle donatıldığını görüyoruz. “Prehistoryanın mabetleri” olarak kabul edilen bu doğal mağaralar, Sapienslerin en kutsal yerleriydi. Oralarda muhtemelen tanrılarıyla iletişime geçiyor, kemikten yonttukları flütlerinden çıkan sihirli nağmeler eşliğinde kendilerinden geçercesine dans ediyorlardı.

Fransa’nın Ariege bölgesinde yer alan Trois-Freres (Üç Kardeşler) mağarasının duvarında insan hayalinin, soyut düşüncenin bir ürünü sayılan yarı insan yarı hayvan şeklinde tasvir edilen bir resim bulunmaktadır. Prehistoryanın “Papa”sı kabul edilen Fransız din adamı H. Breuil bu resmi “Boynuzlu Tanrı” anlamına gelen “Dieu cornu” olarak, diğer bazı araştırmacılar da avın bereketini sağlayan bir “Av Tanrısı” olarak yorumlamaktadır. Bu tasvir bir şaman ya da bir büyücüye ait olamaz mı?  Mağara duvarına çizilen bu resimde sakal, kol ve bacaklar bir insanı, yüz bir baykuşu, boynuz ve kulaklar bir geyiği, kuyruk bir kurdunkini tasvir etmektedir. Öte yandan yine Fransa’da, Dordogne bölgesinde Teyjat adlı mağarada bulunan bir hayvan kemiğinden yontulmuş olan baston üzerinde de başı dağ keçisi, gövdesi insan olarak çizilen resim tespit edildi. Bazı araştırıcılar bu hayvan-insan tasvirini “şeytan” olarak yorumlamaktadır.

Sapienslerin dünyası metafizik algılar, semboller ve insanüstü varlıkların egemen olduğu bir dünya idi. Belki de Tanrılarıyla iletişim kurarken büyücülerin yardımından yararlanıyorlardı. Şamanların bir diğer görevi de bu değil mi? Nitekim, yine Fransa’da Yukarı Pireneler’deki   Lourdes adlı yerde ele geçen bir taş plaket üzerine çizilmiş olan resim, başı bir insanı, vücudu hayvan (türü belirlenememiş) olan bir yaratığı tasvir etmekte olup din adamı H. Breuil tarafından büyücü olarak yorumlanmıştır. Fransa’da Pech-Merle adlı mağarada başı kuş, vücudu insan olarak çizilmiş bir tasvir yer almaktadır. Papaz Lemozi bu hayali yaratığın mistik bir anlam taşıdığına inanmaktadır. Almanya’da Hohleinstein-Stadel denilen yerde bulunan ve 40 bin yıl öncesine tarihlendirilen mamut fildişinden yontularak yapılmış heykelcik de yarı insan-yarı aslan olarak öngörülmüş olup burada yaşamış olan ilk Sapienslerden bir kabileye ait hayali yaratıktır. Doğaüstü bir gücün tasviri sayılan bu yaratık o çağ avcı kabilelerin inanç dünyasında mutlaka önemli bir yer işgal ediyordu. 

Sibirya’nın Sungir bölgesinde gün ışığına çıkarılmış olan 50-55 yaşlarındaki kişi o yörede yaşamış olan bir Sapiens kabilesinin inanç dünyasında çok saygın bir yere sahip olmalıydı. Bir şaman olduğu tahmin edilen bu şahsiyetin başında görkemli bir tacı vardı. Sırtına giydiği elbisesini de yüzlerce deniz hayvanı kabukları süslüyordu. Her zaman olduğu gibi bu önemli şahsiyetin mezarında taştan yapılmış aletler vardı. Sibirya steplerinde yaşamış olan Sapiensler ölülerini gömerken inanç dünyalarında ya da günlük yaşamda önemli bir yer tutan yaşlı kişilere ayrıcalıklı bir tören düzenliyorlardı. Bu tür ayrıcalıklar sadece erkeklere değil, kadınlara da uygulanmış. Fransa’da Magdalenyen kültür evresine ait olan gömü buna örnek verilebilir; nitekim Saint-Germain-la-Riviere adlı yerde 30 yaşlarında ölmüş bir kadının mezarı bulundu. Sapienslerin belki de inanç dünyasında saygın bir yeri olan bu kadın için yassı kalker bloklarından (tıpkı kayrak taşına benziyor) yararlanılarak sütunları olan özel bir anıt mezar yapılmış ve içine ölü, cenin konumunda yan tarafına yatırılarak gömülmüş. Bu muhterem kişinin boynunda da geyik dişlerinden yontulmuş boncuklardan oluşan bir kolye bulunmaktadır. Tüm bu örneklere bakılırsa, tarih öncesinde ilk Sapienslerin yaşadığı mekânlar totemler, büyücüler, doğaüstü güçler ve daha nice inanç sembolleriyle dolu idi.

 

Neolitik çağda yeni bir Tanrı ve din anlayışı gelişti 

Tanrı anlayışı ve dini inançlarla ilgili köklü değişmeler ancak yerleşik yaşama geçip köyler kurulduktan sonra, tarım ve hayvancılığın başlamasıyla beraber kendini gösterir. Fransız arkeolog J. Cauvin’in ileri sürdüğü gibi insanların din anlayışı, tapınma şekli ve bu doğrultuda inşa ettiği görkemli tapınaklar ve de Tanrı kavramı artık yavaş yavaş bu kültür devrimiyle beraber zamanımızdakilere benzer bir görünüm kazanmıştır. Tapınma ve Tanrılarla kurulan iletişim yerleşik yaşama geçişin arifesinde, henüz tarım başlamadan ya da çoban toplumlar ortaya çıkmadan görkemli yapılar vasıtasıyla hayat bulmuştur. Tarıma geçişle beraber de neolitik toplulukları yeni Tanrılar, yeni inanışlar icat etti. Her köyde görkemli mimarileriyle yeni tapınma mekânları boy göstermeye başladı.

Zamanımızdan 12,500 yıl öncesi ile tarihlenen Urfa yakınlarındaki Göbeklitepe yaban hayvanlarının dünyası (toplam 18 hayvan türü tespit edildi) ile Neolitik çağ avcı topluluklarının inanç dünyalarını bütünleştirmiş olan önemli bir mabet kompleksiydi. Göbeklitepe; yaban hayvanlarının, Tanrıların ve insanın iç içe olduğu esrarengiz bir mekândı. Çevrenin avcı kabilelerinin inanç dünyasında kutsal bir yer olarak yüzyıllar boyu varlığını sürdürdü. Mezopotamya coğrafyasında inanç dünyasının kalbi orada attı. Yeni arkeolojik kazılar bu coğrafyada Göbeklitepe’ye benzer başka yerlerin de bulunduğunu gündeme getirmiştir.

Ergani yakınlarında Çanak Çömlek Öncesi Neolitik Evre’ye ait Çayönü yerleşmesindeki “Kafataslı Bina” ise inançla ilgili pratiklerin ne denli farklı boyutlara taşındığını açıkça gözler önüne sermektedir. Diğer yapılardan mimarisi ve boyutlarıyla çok farklı olan Anıtsal Bina içerisinde kuzeye bakan kısımda yan yana üç küçük oda öngörülmüş, zemini yassı taşlarla döşenmiş ve en azından 70 insanın (aralarında 2,5 yaşlarında bebekler de var) başları gövdelerinden alındıktan sonra her üç odaya özenle yerleştirilmiş. Burada bir “Kafatası Kültü”nden bahsedebiliriz.  Ayrıca, köydeki ölen insanların yarıdan fazlasının bu kutsal yapı içerisine gömülmüş olduğunu da burada belirtmemiz gerekiyor. Bu bina Çayönü neolitik halkının uzun süre kullandığı, birçok kez de yenilediği önemli bir dini merkezdi. Binadaki avlu içerisinde bir köşede yassı bir sunak taşı yer almaktadır. Üzerinde bol miktarda tespit edilen hayvan kanları binayı ziyarete gelenlerin kestikleri kurbanlara ait olmalıydı. Avlu içinde yanmış hayvan kemikleri bu yeme törenlerinden kalan izlerdir. Ayrıca, insan kanı izlerinin de aynı sunak taşı üzerinde görülmesi, bir insan kurban etme geleneğinin de olabileceğini akla getirmektedir. Son kullanım evresinin ardından, hangi nedenden ötürü bilinmiyor, bu dini yapı, içerisindeki tüm arkeolojik ve antropolojik varlıklarıyla beraber yakılmış ve binanın işlevine son verilmiştir.

Niğde yakınlarında yer alan Köşk Höyük (Geç Neolitik Çağ) köy yerleşmesi ise İç Anadolu’daki halkın aşağı yukarı 8 bin yıl önceki inanç dünyasına bir başka boyuttan bakmamıza yardımcı olmaktadır. Yörede yaşayan ve bazı özel statüleri bulunan bireyler (ulu kişiler?), kadın ve erkek ayırt edilmeksizin, öldüklerinde önce normal bir defin merasimiyle, yanlarına çeşitli kap kacak konulmak suretiyle mezara gömülüyor, cesetleri çürüyüp iskelet haline geldiklerinde mezarın sadece baş tarafına rastlayan kısmı açılarak kafatası, çeneyle birlikte alınıp burun, ağız, kaş, göz ve kulaklar kil hamuru ile yeniden etlendirilerek ölüye canlı bir görünüm kazandırılıyordu. Ardından, tüm yüz kırmızıya boyanıp yine kil hamurundan yararlanılarak yapılmış boyun gibi bir kaide üzerine oturtulduktan sonra yerleşme içinde öngörülen duvarları kırmızıya boyanmış ayrı bir mekânda tutuluyordu. “Ölüm maskları” olarak adlandırdığımız bu kil sıvalı kafataslarının yer aldığı yapı belki de köy halkının inanç dünyasıyla ilişkili, zaman zaman gelip ziyaret ettiği, yatır türünden bir mekândı. Aynı türden uygulamalar Neolitik çağda Anadolu (Tepecik, Niğde) dışında Suriye ve İsrail’de de tespit edildi.

Neolitik çağla birlikte mezar âdetleri, mezarların içeriği ve ibadet amacıyla inşa edilen yapılar, Paleolitik çağlarla karşılaştırıldığında benzeri olmayan bir zenginlikle karşımıza çıkmaktadır. Paleolitik çağın avın bereketini yansıtan “Kadın Tanrıçaları”nın yerini Neolitik tarım topluluklarında ürünün bereketini simgeleyen “Bereket Tanrıçaları” aldı.

Neolitik sonlarına doğru ve de özellikle Kalkolitik çağdan itibaren ölülerin, yaşanılan mekân (ev içinde taban altı gömüleri) dışında ayrı bir yere gömüldüklerine tanık oluyoruz ve tarihte ilk kez mezarlık anlayışı ortaya çıkıyor; böylece metropolis (yaşayanlar şehri) ve nekropolis (ölüler şehri) birbirlerinden ayrılıyor. Byblos (Lübnan) ve Değirmentepe (Malatya) Kalkolitik nekropolleri, ölülerin yerleşme yakınında defnedildiği özel mezarlık alanlarıdır. Bu iki yerleşimin ortak noktası, ölülerin küplere konularak defnedilmiş olmasıdır.

İnsanlığın tarih öncesinde, her ne kadar antropolojik ve arkeolojik bulgular Tanrı anlayışının, öbür dünya kavramının, ritüel davranışların ve öldükten sonra bir başka hayatın var olabileceği gibi düşüncelerin geçmişini 100 bin yıl öncesine kadar götürse de beyinde buna benzer duyguların ilk tohumlarının bundan çok daha önceki tarihlerde yeşermiş olabileceği de akla getirilebilir. Unutmayalım ki insanlığın 3 milyon yıllık biyo-kültürel evrim tarihi hep sürprizlerle doludur; yeni antropolojik ve prehistorik bulgular, gelecekte, Taş Devri toplumlarının inançlarıyla ilgili düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemizi gündeme getirebilir.    

Antropoloji