Savaş ve bilim üstüne

Yazan
Prof. Dr. Semih Koray
Bilkent Üniversitesi İktisat Bölümü
Yazının Okunma Süresi
17 dakika

Bilim de, savaş da, insan yaşamının en karmaşık süreçleri arasında yer alır. Her iki süreç de, yaşamın olağan akışının ötesine geçen bir “aşkınlığı” içinde barındırır. Tarihin kimi dönüm noktalarını savaşlar simgelerken, bazı kırılma noktalarının da bilimsel ve teknik atılımlar tarafından tetiklenmesinde kuşkusuz bu ortak aşkınlığın bir payı vardır. Çünkü bu dönüm ya da kırılma noktalarına toplumsal yapının geçirdiği tekil değişimler değil, köklü toplumsal dönüşümler eşlik eder

Bilim ve savaş arasındaki ilişkide ilk göze çarpan şeylerden biri, bilim ve tekniğin savaş araçlarının geliştirilmesine tarih boyunca yaptığı katkıdır. Bu olgu, aynı zamanda teknolojiye yaygın bir biçimde “toplumu bozan yıkıcı bir rol” yüklenmesine de yol açmıştır. “Mertliğin bozulması”, “tüfeğin icadı”na bağlanmıştır.

Savaşın izlenen siyasal strateji içindeki yeri ve savaş sırasında uygulanan taktikler, tarih boyunca insanlığın ilgi odakları arasında yer almıştır. Askeri strateji ve taktiklerin yetkinlik düzeyi, toplumsal örgütlenmedeki yetişkinliğin bir yansıması olarak görülmüştür. Bu alandaki deneyim birikimi, günümüzde oyunlar kuramının önemli kaynaklarından birini oluşturmaktadır.

Toplumsal olarak neyin ileri, neyin geri olduğunun ölçütü, öznel değil, nesneldir. Nesne ile öznenin en çapraşık biçimde iç içe geçtiği etkinlik alanının toplumsal gelişme olduğuna kuşku yoktur. Öznenin rolü toplumsal gelişmenin nesnel yasalarının belirlediği sahneyle sınırlıdır. Özneye bu sahnede gerçekleştirilmesi olanaksız roller yüklemek de, öznenin toplumsal ilerlemeye katkıda bulunması için oynaması gereken rolün bilincinden yoksunluğu da, tarihin ıskalanmasına yol açar. Onun için her somut durumda savaşa karşı tutumun, hem nesnel hem öznel koşulları dikkate alarak belirlenmesi gerekir. Bilim ve savaş arasındaki ilişkinin en can alıcı düğüm noktası, bu açıdan toplumbilimin yol göstericiliğine duyulan ihtiyaçtır.

Tarihsel öngörüler, bilimsel-felsefi bir nitelik taşır. Çünkü söz konusu olan, tarihsel öngörünün gelecekte tarihin kendi pratiği içinde sınanmasıdır. Öngörünün oluşumu, bilimin bulgularıyla beslenen, ama aynı zamanda bilime yol göstericilik işlevini yerine getiren bir felsefeye dayanır. Bu felsefe, tarihsel materyalizmdir. Günümüzde savaşa ve barışa karşı tutumların aynı zamanda tarihsel materyalizm ve tarihsel idealizm saflaşmasını yansıtması tesadüfi değildir.    

Teknoloji ve savaş

İkinci Dünya Savaşı, atom bombası yapmak için yürütülen “atomu parçalama yarışı”na tanık oldu. Savaş sırasında radarın icadı, İngiltere’nin ülkesini Alman savaş uçaklarının bombardımanına karşı savunma konusunda duyduğu şiddetli ihtiyacın bir ürünü olarak gerçekleşti. Bu icadın yapılmasında kullanılan yöntem, günümüzde yöneylem araştırması olarak tanınan bilim dalının oluşumuna yol açtı.

Fatih’in daha önce 29 kuşatmaya dayanmış İstanbul’u fethetmesinde, yeni geliştirilen topların ve top kullanım tekniklerinin oynadığı rol bilinmektedir. Belki daha da önemlisi Fatih’in surlarda gedik açmada etkili olacak yeni top yapım ve kullanım tekniklerinin geliştirilmesini kuşatmanın başarısı için vazgeçilmez bir önkoşul addedip, bu tekniklerinin geliştirilmesiyle bizzat ilgilenmiş olmasıdır. Osmanlı Ordusu’nun İstanbul’a girmesini olanaklı kılan en büyük gediklerin açıldığı yerin hâlâ “Topkapı” olarak anılıyor olması, bu savaş tekniğine yüklenen önemin günümüze kadar ulaşan bir mirasını simgelemektedir.

Çin’in Afyon Savaşı’nda sonucu belirleyen en önemli etkenlerden biri, Çin ve İngiliz toplarının menzilleri arasındaki fark olmuştur. İngiliz gemileri, Çin’in top menzilinin dışında kalan bir uzaklıktan Çin sahillerini topa tutarak çok önemli bir üstünlük elde etmiştir. Bugün Çin’in Pasifik’e ilişkin güvenlik stratejisinde Çin füzelerinin konuşlanma yerlerinin ve menzillerinin belirlenmesinde, Afyon Savaşı’ndan çıkarılan dersler önemli bir rol oynamaktadır.

Günümüzde de “yapay zekâ teknolojileri”, ister saldırı, isterse savunma amaçlı olsun, “savaş gücü” rekabetinin odak noktasında yer almaktadır. ABD açısından bakıldığında, “yapay zekâ” ezici ağırlıkla bir savaş teknolojisidir. Bu alanda Amerika’da yapılan araştırmaların % 95’i Pentagon tarafından finanse edilmekte ve yönlendirilmektedir. Trump’ın 2017 Aralık ayında ilan ettiği yeni Güvenlik Strateji Belgesi’nin merkezinde yer alan hedef, ABD’nin yapay zekâya yönelik teknolojiler alanında daha önce sahip olduğu rakipsiz konumuna yeniden kavuşturulmasıdır. Bugün ABD tehdidi altında olan ülkeler de, en başta Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere, bu alanda Amerikan tekelini kırma ve kendi “yapay zekâ teknolojileri”ni geliştirme konusunda yoğun bir çalışma içindedir.

Bu örneklerin de gösterdiği gibi, teknoloji ile savaş arasındaki ilişki tarih boyunca önemli bir rol oynamıştır. Savaş gücünü geliştirme rekabeti teknolojinin geliştirilmesini zorlamış, teknolojik gelişmelerin yol açtığı yeni savaş araçları da, bazı savaşların sonucu üstünde belirleyici bir etkiye sahip olmuştur. Onun için bilim, teknoloji ve savaş arasındaki ilişkiye daha yakından bakmakta yarar vardır.          

Çöküş dönemlerinde bilim ve teknoloji ilişkisi

Bilim nesnel gerçekliğe ilişkin sistemli ve genel bilgilerimizden oluşur. Bilimsel bilginin algısal bilgiden farkı, şeylerin dış görünümlerinin ardında yatan nedensellik ilişkilerini keşfetmek suretiyle, sistemli bir biçimde tekil olguların ötesine geçen bir genellik düzeyine ulaşmasıdır. Bilimde, nedensellik ilişkilerinin keşfedildiği yer, kuramdır. Kuram, uygun kavramlar aracılığıyla nesnel gerçekliğin zihinsel bir modelini kurar. Nedensellik ilişkilerinin ifade edilmesini olanaklı kılan bu modelden elde edilen çıkarımlar, pratikte sınanır. Bu sınamayı geçen bilgiler bilimsel bilgi haline gelir.

Teknoloji, bilimsel bilgilerin ekonomik olarak üretimde kullanılmasını olanaklı kılan düzeneklerden oluşur. Aynı zamanda üretici güçlerin bir parçası olan bilim, böylelikle bir üretim gücüne dönüşür. Bir toplumsal sistemde, o sistemin yaptırım gücü tekelini elinde bulunduran egemen sınıflar, bu üretim gücünden savaş araç ve gereçlerinin yapımında da etkin bir biçimde yararlanırlar.

Toplumsal bir sistemin yükseliş aşamasında, sistemin önünde kurulacak bir gelecek vardır. Sistem, geleceği kurmak için hem bilgiye, hem de toplumsal enerjiye gereksinim duyar. Böyle dönemlerde, bilim ve sanat yükselişe geçer. Ama sistem insanlığın gelişmesine yapabileceği katkıları tükettikten sonra, egemen sınıflar açısından kurulacak bir gelecek kalmaz. Gelecek, varolandan ibaret hale gelir. Varolanı koruma ve yeniden üretme çabası, sistemin merkezine yerleşir.

Roma İmparatorluğu tarihteki köleci sistemlerin son halkasıdır. Roma, tarihe ordusu, hukuku ve gladyatör döğüşleriyle geçmiştir. Roma için makbul bilgi, savaş araç, gereç ve taktikleri geliştirmeye ya da devlet düzenini ve köleci ekonominin işleyişini sağlamlaştırmaya yarayan bilgidir. Roma nezdinde teori, “boş laf”tır ve en ufak bir itibara sahip değildir. Merkezinde gladyatör dövüşlerinin yer aldığı seyirlik malzeme, sistemin sürdürülebilirliğini sağlamak için halkı edilgin bir konumda tutmanın temel aracıdır. Roma’nın Kartaca’yla olan rekabeti, sistemin görece diri tutulmasına hizmet etmiştir. Roma, Kartaca’yı yenilgiye uğratıp bütün Akdeniz havzası üstünde egemenlik kurmasıyla zirvesine ulaşmıştır. Bu zirve, aynı zamanda çöküş sürecinin başlangıcını oluşturmuştur.

Kapitalizmin son aşaması olan emperyalizme dönüşmesiyle birlikte, bilim-teknoloji ilişkisi Roma’dakine koşut bir süreç içine girmiştir. Önce teori adım adım gözden düşmeye başlamış, bilimin genel olarak hayatla olan ilişkisi karartılarak, Aydınlanma ile olan bağlantısı budanmıştır. Bilim, çıkarımları yalnızca kendi dar alanında geçerli, teknik nitelikte bir etkinliğe indirgenmiştir. Bilim, emperyalist sistem altında öncü ve yol gösterici konumunu yitirmiş ve teknolojiye tabi artçı bir etkinliğe dönüştürülmüştür.

“Bilgi Çağı”nın bilgi anlayışına göre, hemen ve dolaysız olarak kâra, siyasal ya da askeri güce dönüşen bilgi makbuldür. Getirisi dolaylı ve uzun erimde ortaya çıkacak bilgiler, onların “depolama” masraflarını karşılamak isteyen kimse olmadığı için, artık “çağ dışı” hale gelmiştir. Bilgi, kamu değeri niteliğinden arındırılıp bütünüyle özel bir metaya dönüştürülmüş olduğundan, depolama giderlerinin kamu tarafından karşılanması da söz konusu değildir.

Daha da önemlisi, kapitalist sistem altında önce salt bir üretici güce indirgenen bilimin giderek üretimle olan ilişkisinin de daraltılmaya başlanmış olmasıdır. Çünkü mali sermayenin üretim üstündeki egemenliğinin giderek pekişmesiyle birlikte, emperyalist sistem altında üretim yerine “paradan para kazanma” kârın esas kaynağı haline gelmiştir. Ama mâli sermayenin önünü açan ve dünyayı haraca bağlamasını olanaklı kılan gücün içeriği, ekonomiden çok “yaptırım”a dayanmaktadır. O zaman bilim ve teknolojinin de, giderek üretimde cisimleşen bir “yapım gücü”nün değil, mâli sermaye egemenliğinin bekçiliğini yapacak olan bir “yıkım gücü”nün hizmetine koşulması gerekmiştir. Bugün yaşamakta olduğumuz “yapay zekâ”ya yönelik teknolojik atılımın tetikleyicisi, bu süreç olmuştur.

Bilim-teknoloji-toplum ilişkisinin izlediği süreci yeniden özetlemek gerekirse, önce geleceği kurmanın temel aracı olarak kendisine hayatın merkezinde yer bulan bilim, giderek teknolojiye tabi salt bir üretici güce indirgenerek hayatın kıyısına sürülmekte, daha sonra da teknoloji “yapım”dan çok “yıkım”ın hizmetine sokulmaktadır. Kapitalist sistemin gelişiminde, “Bilimsel Devrim ve Aydınlanma”, “Sanayi Devrimi” ve emperyalizm aşamasında nükleer silahlardan günümüzün yapay zekâ teknolojilerine uzanan “Teknolojik Atılım”, bu sürecin değişik aşamalarına karşılık gelmektedir.

Toplumbilim ve savaş

Osmanlı İmparatorluğu da, Türk-İslam Uygarlığı’nın son halkasını oluşturmuştur. Makbul bilgi, Osmanlı’da da devlet düzenini sağlamlaştırma ve savaş gücünü pekiştirmenin bilgisiydi. Yükseliş Dönemi’nde doğrudan Saray içinde yürütülen eğitimin yanı sıra, medrese sistemi de bu esasa göre kurulmuştu. Gerileme döneminde bu eğitim sistemi artık eski işlevini yerine getiremez hâle geldi.

Osmanlı İmparatorluğu gerilerken, Batı’da demokratik devrimler dalgalar halinde yükselmekteydi. Feodalizm tasfiye edilmekte, kapitalizm hızla yaygınlaşmaktaydı. Bu ortamda Osmanlı Devleti, giderek bir yarı-sömürgeye dönüştü. Avrupa’daki gelişmeler, 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’yı da etkilemeye başladı. Bu etkilenmenin yoğunlaştığı yerler, özellikle askeriye, tıbbiye, mühendislik ve mülkiye alanında oluşturulmuş olan yeni eğitim kurumlarıydı. Siyasal düzlemde Yeni Osmanlılar ve Genç Türk Devrimi ile vücut bulan bu damar, Osmanlı Devleti’nin sömürgeleşerek yok olmasının önüne geçecek gücün oluşumuna zemin hazırladı. Osmanlı Devleti, İstiklâl Savaşımızla birlikte yerini yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktı.

Ülkemizin toplumbilime yaptığı en önemli katkılardan biri, Atatürk Devrimi’nin kendisidir. Çünkü bu devrimin temelinde tarihin keskin bir okunuşunun eyleme dökülmesi yatmaktadır. Ülkemizin varlığını ne Osmanlıcılık, ne de İslamcılık temelinde sürdürmesine olanak vardı. Türkiye varlığını ancak bir milli devlet olarak sürdürebilirdi. Bilimi rehber alarak belirlenmiş olan bu hedef, Birinci Dünya Savaşı’nda ve onun Şark Cephesi’ndeki devamını oluşturan İstiklâl Savaşımızda bağımsızlık uğruna verilmiş olan canların ve yapılan fedakârlıkların boşa gitmemesini sağlamıştır. Aslında “Ya istiklâl, ya ölüm” kararlılığının kaynağında da tarihin bu keskin okunuşu yatmaktadır.

Clausewitz’in “savaşın siyasetin başka araçlarla devamı olduğuna” ilişkin belirlemesi, siyaset yazınına malolmuş bir önermedir. O zaman bir savaşın “haklı” mı, yoksa “haksız” mı olduğu sorusunun yanıtı, o savaşın hangi siyasetin devamı olduğuna bağlıdır. Ama bir siyasetin “haklı” mı, yoksa “haksız” mı olduğu sorusunun da nesnel bir yanıtı vardır. Eğer izlenen siyaset, toplumsal gelişmenin önünü açıyorsa, “haklı”; bu gelişmenin önündeki engellerin güçlendirilmesine yöneliyorsa, “haksız”dır. Toplumsal olarak neyin ileri, neyin geri olduğunun nesnel bir ölçütü vardır. Bu ölçüt, herhangi bir iradeden bağımsız bir biçimde toplumsal gelişmeyi yöneten nedensellik ilişkilerinden türetilmiştir.

Toplumsal gelişme, daha önce de değindiğimiz gibi, nesne ile öznenin en çapraşık biçimde iç içe geçtiği bir alandır. Bu iç içelik, savaşta daha da şiddetli bir biçim alır. Onun için nesnel ile öznel olanın arasındaki ayrımın üstünü bir sis perdesi örter. Bu bulanıklık, kimi zaman kitleler nezdinde haksız bir savaşın haklı gibi gösterilmesini ya da haklı bir savaşın haksızlıkla itham edilmesini mümkün kılar. Ama bu durum, nesnel bir ölçütün varlığını ortadan kaldırmaz. Eğer toplumsal gelişmenin özne açısından bağlayıcı olan bir nesnelliği olmasa, zaten toplumbilim diye bir şey de olmazdı. Özneye düşen rol, tarihin çarkının bu nesnellik doğrultusunda dönmesini sağlamak için gerekeni yapmaktır.

Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayarak İstiklâl Savaşımızla sonuca ulaşan bağımsızlık mücadelemiz, haklı bir savaştır. O dönemde de, yüzyıl sonra bugün de, toplumsal ilerlemenin önündeki esas engel, emperyalizmdir. İstiklâl Savaşımız, yalnızca yedi düvelin zincirini kırarak bizi bağımsızlığımıza ve Atatürk Devrimi’yle milli devletimize kavuşturduğu için değil, bütün ezilen milletlere umut vermesi ve örnek oluşturması nedeniyle de haklı bir savaştır.

Bugün bölgemizde bulunan ülkelerin bağımsızlık ve toprak bütünlüklerine yönelik saldırı ve tehditlerin ortak kaynağı, Amerikan emperyalizmidir. ABD’nin planlarının merkezinde Irak ve Suriye’nin kuzeyinde bir “sözde Kürt, özde ABD-İsrail Koridoru”nun oluşturulması ve böylelikle kurulacak “İkinci İsrail”in Akdeniz’e bağlanması yer almaktaydı. Kurulacak sözde “Kürt devleti” sayesinde, ABD’nin yalnızca bölgeyi değil, bütün Asya’yı kapsama alanına alan bir saldırı üssüne sahip olması tasarlanmaktaydı. Kendilerine değişik roller biçilmiş olan PKK-PYD ve DEAŞ, Suriye ve Irak’ta, FETÖ de Türkiye’de bu amaçla seferber edilmişti.

Türkiye’nin Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı Harekâtları, ABD’nin bu planlarını etkisiz hâle getirdi. Bu harekâtlar, ABD’nin hizmetindeki terör örgütlerini zayıflatmış, Amerika’nın bölgedeki varlığını geriletmiştir. Elde edilen sonuçlar, yalnızca ülkemizin güvenliği açısından değil, bölgede ülkelerin toprak bütünlüğü korunarak barış ve istikrarın yeniden sağlanması açısından da son derece olumludur. Türkiye’yi ABD ve Atlantik Sistemi ile karşı karşıya getiren bu harekâtlar, Türkiye’nin Amerika’nın kendisine karşı kullandığı terör örgütlerine karşı kararlı mücadele siyasetinin bir devamıdır. Engellenen, ABD’nin bütün Asya’ya karşı kullanmayı tasarladığı yeni bir saldırı üssüne sahip olmasıdır.

İkinci Dünya Savaşı’nın bir yönüyle Birinci Dünya Savaşı’nın devamı niteliğinde bir yeniden paylaşım savaşı olmasına karşın, bu savaştaki saflaşma ilkindekinden farklıdır. Nazi Almanyası, İkinci Dünya Savaşı’nda hem sosyalizmi yok etmek, hem de sömürgeleştirmek amacıyla Sovyetler Birliği’ne saldırdı. Emperyalizmin en saldırgan ve en gerici kanadına karşı Sovyetler Birliği, İngiltere, ABD ve Fransa’yı içeren bir ittifak oluştu. Birinci Dünya Savaşı, yalnızca savaşa kendisinin sömürgeleştirmesini engelleme siyasetinin devamı olarak katılan Osmanlı Devleti açısından haklı bir savaş iken, İkinci Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası, Faşist İtalya ve Japonya’ya karşı savaşan cephe haklı bir konuma yerleşti. Çünkü savaşı Almanya-İtalya-Japonya’nın kazanması durumunda, emperyalizmin zincirinin güçlenmesi nedeniyle dünya toplumsal gelişme açısından çok daha geri bir mevziye itilmiş olacaktı.

Bir savaşta uluslararası hukukta özellikle sivillerin korunması amacıyla konmuş olan kısıtlamalara uyulması gerekir. Ama tek başına bu kısıtlamalara uymak, yürütülen savaşı haklı hale getirmez. Çünkü haklı-haksız savaş ayrımı hukuki değil, siyasal bir ayrımdır. Savaşın haklılığı, devamı olduğu siyasetin haklılığından kaynaklanır. Siyasetin haklılığının ölçütü ise toplumbilimin konusudur. Çağımızda, emperyalizmin zincirini kırmaya ya da zayıflatmaya yönelen savaşlar toplumsal gelişmenin önünü açtıkları için haklı, o zincirin güçlenmesine hizmet eden savaşlar da, insanlığın gelişmesinin önündeki engelleri pekiştirdikleri için haksız savaşlardır.

Haklı savaşa karşı “barış ideası”

Haklı savaş, ölüm için değil, “hayat hakkı” için verilen savaştır. Her savaş, savaşın doğası gereği beraberinde belli bir “yıkım” getirir. Ama haklı bir savaşta ödenen bedel, yokolmanın değil, geleceği kurmanın yapıtaşlarını oluşturur. Atatürk’ün sözleriyle haklı savaş, “ ‘öldüreceğiz’ diyenlere karşı ‘ölmeyeceğiz’ diye” ilan edilmiş olan savaştır. ABD’nin “kendisinin Ortadoğu’daki kara gücü” olarak ilan ettiği ve beşinci kolu olarak içimize yuvalandırdığı terör örgütlerine karşı ülkemizin yürüttüğü silahlı mücadele de, “öldüreceğiz” diyenlere karşı verilmiş “ölmeyeceğiz” yanıtıdır. Yine Atatürk’ün betimlemesiyle haksız savaş, “cinayet”tir. Başında ABD’nin bulunduğu Atlantik Sistemi’nin doğrudan ya da seferber ettiği terör örgütleri aracılığıyla Suriye’de, Irak’ta, Libya’da ve Afganistan’da yürüttüğü haksız savaşlar da, cinayettir.

Tarih boyunca gerici güçlerin sahneyi kendiliklerinden terk ettiği görülmemiştir. Üstelik sahnedeki yerlerini korumak için, kendilerine hayat hakkı arayanlara karşı sürekli zor kullanmışlardır. Onun için insanlığın gelişmesinin önünü açmak, hep yolu tıkayan güçlerin “iradesinin kırılması”yla mümkün olmuştur. Tarih bugüne kadar gericiliğin kendilerine hayat hakkı arayanların “haklılığına ikna olup” yolu açtıklarına tanık olmamıştır.

Emperyalist sistem, kendi güdümündeki güçlerin “gerici iradesi”ni kırma mücadelesi her yükselişe geçtiğinde hemen sahte barış sloganlarına sarılır. “Barış” bütün insanlığın özlemini yansıtan değerli bir kavramdır. Ama savaşın körüğünün sürekli çalıştırıldığı bir ortamda savaşın kaynağı kurutulmadan barışa ulaşılamayacağı üstünde yaşadığımız yerküreye ait bir olgudur. Emperyalist sistemin ve onun terör araçlarının iradesini kırmadan “sihirli bir değnek”le “dört başı mamur bir barış”a ulaşmak, ancak hayatın dışında, Eflatun’un “barış ideası” her nerede sergileniyorsa, ancak orada mümkündür.

Dünyamızda alınan her siyasal tutum, atılan her adım, yapılan her edim, tarih tarafından idealar dünyasındaki karşılıklarına değil, gelişme süreci üstündeki somut etkilerine göre yargılanır. Zaten Eflatun’un kendisi de, idealarını “dünyanın kiri” onlara bulaşmasın diye, hayatın dışına konuşlandırmıştır. Haklı savaşın “barış ideası”nı kirleteceğinden kaygı duyanlar, istedikleri kadar idealar dünyasına sığınmaya çalışsınlar, emperyalizmin haksız savaşının kirinin üstlerine bulaşmasından kaçamazlar.

Bilimin önünde eğileceği tek şey, nesnel gerçekliktir. Bilim ve savaş arasındaki ilişkiyi şekillendiren de, bu olgudur.

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Ocak 2020 sayısında yayımlanmıştır.

Toplum Bilimleri
Etiketler
bilim
savaş