Geleceğin mimarisini kullanıcılar, mimarlığın geleceğini ise mimarlar belirler

Tüm dünyada insanların yaşadığı yerle olan ilişkisini belirleyen mimarlığın dönüştüğü, geliştiği, yeni bir çağa girmek için zamanı umursamadığı hatta koşarak zamanı alt üst ettiği bir gerçek.

Evet dönüşüyoruz, gelişiyoruz ve yeni bir çağa giriyoruz. Yaşadığımız dünyayı sadece mimarlık üzerine değil, bilimsel, ekonomik, kültürel, politik olarak da zorluyor bu gelişim ve dönüşümün yansımaları, zaman zaman eksilerek deneyimliyoruz.

Toplumun yapı ihtiyaçlarının karşılanması, insan ve kent ilişkisinin öneminin vurgulaması, coğrafi konuma özel, kültürel hafızayı koruma hassasiyetini gösterme çabası, kent belliğinde yer eden tasarım çizgilerini muhafaza etme gayreti, var olan geçmişi geleceğe taşıma isteği artık gelişen, dönüşen ve çağ atlayan mimarlık için romantik bir eylemden öteye geçmiyor.

Toplumun gelişen, dönüşen ve çağ atlayan yapısına yetmiyor…

Mimarlığın gelişme hızı ile değerlerini yok etme, dejenere etme hızı arasında hem ince bir çizgi hem de anlamsız bir çekişme var.

Sürdürülebilir çevreci çözümler, ekolojik yaklaşımlar, teknoloji sistemlerinin malzeme ve yaşam örüntüsü içindeki pratiği, bu parametrelerin mimaride standartlaşma konusu ile arasına koyduğu engel, kentsel ve bireysel tasarım ölçeğine ivme kazandırması gibi bir çok önemli konu mimarlığın gelişme hızını doğru yönlendirirken, İklim koşullarının önemsenmemesi, küresel ısınma, nüfus yoğunluğunun mimaride gelecek ve yeni kavramlarının ölçeğine dahil edilmemesi, görsel algı kültürünün insan duygusunu yok etmesi, tüm bunların ise çağdaş mimarlık içinde kendine yer bulması bu anlamsız çekişmenin, değerleri yok etmenin maalesef zeminini hazırlıyor.

Bir taraftan üretim teknikleri, kısıtlı malzeme çeşitleri, standart kullanım şekilleri, yapı temsil biçimleri, kültürel ve coğrafi özellikleri, insan duygusu-ihtiyaçları arasındaki bağı belirleyen geçmişten günümüze taşıdığımız geleneksel mimarinin, günümüze entegre etme çabasını güderken, diğer taraftan teknolojik sistemin sunduğu sınırsız malzeme çeşitliliğini, farklı yapı temsil biçimlerini, yeni mimari stil yaratma çabasını, akıllı şehirler içinde akıllı binalar kurgulayarak insan duygusu- ihtiyaçlarını çağdaş-modern mimarlık içine yerleştirmeye çalışıyoruz.

Tüm bunları yaparken bence birçok şeyi unutuyoruz. Mesela; mimarların, tasarımcıların, mühendislerin, şehir planlaması temsilcilerinin, bir kentin biçimi üzerine ne kadar etkin olduğunu unutuyoruz. Bireysel farklı deneyim ihtiyacının, farklı olma çabasının kentlere dolayısıyla insanların hayatına nasıl etki edeceğini unutuyoruz. İnsanın robot olmadığını, kent ve mekân bağlamında en önemli etkenin insan psikolojisiyle ilişkili olduğunu unutuyoruz. Belirlediğimiz mimari parametrelerin aslında yaşanmışlık ölçeğiyle ilintili olduğu unutuyoruz. Gelişim dönüşüm içinde muhafaza edilmesi gereken ortak değerleri unutuyoruz. O kadar çok şey unutuyoruz ki…

Mimarlık ve mekân birlikteliğini deneyimleyen insan duygusunu çok önemsiyorum. 20 yıl önce annem kanser hastasıydı. Bir devlet hastanesinde tedavi oldu. Gittiğimiz hastanenin gri duvarları ve metal soğuk sandalye, bankları o kadar kötü hissettiriyordu ki her tedaviye gidişimizde onu beklerken hep aynı duyguyu yaşıyordum: ‘’Biz çok kötü bir yerdeyiz.’’ Hastane ile ilgili aklımda kalan en keskin duygum, soğuk buz gibi olan, insana kendini çaresiz hissettiren “soğuk metal sandalyeler”. Duygularımız beynimize ulaşan verilerle biçimlenir ve bir algı yaratarak onu örgütler. Ben bunu yaşadım ve annemi o süreçte kaybettim.

5 yıl önce kurumsal bir göz hastanesinin projesini yapmam gerektiğinde aklıma gelen tek şey o sandalyeler oldu. Mimarlık ve mekân birlikteliğinin en önemli vurgusunun insan olduğunu artık öğrenmiştim. Göz hastanesi olmasına rağmen, hastaneyi tasarlarken hep bu keskin duygumun mekân ve insan üzerindeki etkisini unutmadan tasarladım. Görme konusunda sorunu olan insanların hastaneye geldiğinde mekânın onlarda yaratacağı duyguyu öne alarak tasarladım. Sandalye konumlandırmadım. Çok rahat oturma grupları tasarladım. Tüm duvarlara, kullandığım boya renkleriyle yaşam katmaya, önemli sanatçıların eserini büyük ölçeklerde duvarlara asarak, hastanede değil bir sanat galerisinde gibi hissetmeleri için çaba sarf ettim. Mesela oturma gruplarının kumaşlarını defalarca test ettim. Oturma gruplarının ergonomisini defalarca test ettim. Yaşadığım duygunun kişisel psikolojik bir yansıma olarak tasarımı etkilememesi için birçok hasta ve yakını ile ‘’Nasıl bir hastane size kendinizi iyi-kötü hissettirir?” sorusunun cevaplarını alarak projeye yansıtmaya çalıştım. Proje bittiğinde en net hissettiğim ve şu an hatırladığım duygum şu: ‘’ Mimarlığı, tasarımı ve mekânı başarılı kılan en önemli etken kullanıcısı olan insanı unutmamak.”

“Formları düzenleyen mimar, kendi ruhunun saf bir yaratımı olarak bir düzen açığa çıkarır, formları ve biçimleriyle, aşırı derecede duygularımızı etkiler ve plastik hisler harekete geçirir, yarattıklarıyla ilişkileri ile bizde derin yansımalar uyandırır, kendi dünyamızda hissettiklerimiz olarak bir düzenin ölçütünü verir bize, zekamızın ve özümüzün çeşitli hareketlerini belirler, tüm bunların ardından güzellik hissini deneyimleriz.” (Corbusier, L)

Teknoloji ve mimari arasındaki ilişki geleceğin kentlerini belirleyeceği için mimarın rolünün önemini özellikle vurgulamak gerekiyor. Hastane örneğinde olduğu gibi standart tasarım, mekân ve malzeme ile ilişkinin mimar tarafından insan psikolojisinin evreleri üzerinden yeniden düzenlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Mimarın öncelikleri arasında, mekân ve insan arasındaki ilişkinin tasarım dilinde yansıtılması olduğuna inanıyorum.

Günümüzde değişen yaşam ve mekân biçimlerine, farklı ve uygulanması imkânsız görünen tüm form ve biçimler teknoloji yardımı, malzeme zenginliği ile uygulanma aşamasına geldi. Örneğin; 50 katlı bir yaşam kompleksi aynı zamanda dikey bir yeşil alana dönüşebiliyor, biriken yağmur sularını bu yeşil alanı sulama için kullanabiliyoruz. İnterdisipliner bir ilişki içinde sürdürülebilir ekolojik yapılar inşa edebiliyoruz. Geleneksel malzeme ile teknoloji birlikteliği ile farklı fonksiyonel yapılar tasarlayabiliyoruz. Yine teknoloji yardımıyla kırılgan ve sert bir malzeme olan camı, biçim olarak eğilmeye dayanıklı bir strüktür malzemesi olarak kullanabiliyoruz. Dünya mimarlık çerçevesine baktığımızda, deneysel mimarlık örnekleri olan ütopyaları gerçekleştiren, kentlerin şehir planlamalarına mimarlık katkısı sunan örnekleri görebiliyoruz. Tarihsel perspektif içinde deneyimlenmemiş, üç boyutlu mimari robotların ürettiği malzemeleri, yapılarda farklı biçim ve formlarla tasarım vurgusu olarak deneyimliyoruz.

Tüm bunları ve çok daha fazlasını günümüz mimarlığı pratiğinin içinde yaşarken geleceğin mimarlığı nasıl biçimlenecek? Hangi parametreler mimarinin ve mimarın gelişimine katkı sağlayacak? Mekân kavramı mekansızlık algısıyla nasıl mücadele edecek? Düşey ve dikey yapı biçimleri dışında hangi mimari dil ve yapı biçimi, formu, insanların beklentilerini karşılayacak? Bu soruların cevaplarını tam olarak hiçbirimiz kestiremiyoruz.

Geleceğine yönelik bilinmezlik algımızın, eskisi gibi çoğu şeyi öngörememizden kaynaklandığını düşünüyorum. Bilim ve teknolojinin, geleceğin mimarlığını en çok etkileyen etkenler olacağından ise eminiz. Deniz altı yaşamını insanlar için uygun hale getirmeye çalışan sistemler, gezegenlerde yaşamın mümkün olabileceğini araştıran bilim dalları, ihtiyaç duyduğu enerji kaynağına yolculuk eden taşınabilir yaşam alanları, mimarlığın iletişim içinde olduğu sanat, kültür, sosyoloji gibi meslek disiplinlerinin, genetik, matematik, bilgisayar ile yer değiştirdiği, Analog tasarım süreçlerin yerine dijital tasarım süreçlerinin varlığının benimseneceği gibi bir çok konu, geleceğin mimarlığının yolculuğunu oluşturacak. Dolayısıyla yaşam biçimleri, kentler, görünüşler, biçimler değişecek.

Geleceğin yönünü doğru belirlemek için bugünü doğru yaşamak gerekiyor.

Tüm dünya, var olan enerji kaynaklarını bu kadar hızlı tüketirken, dünyada tüketilen enerjinin çok büyük bir oranının yapı inşasında tüketilen enerji ile ilgili olduğunu önemsemezken, ekolojik düzeni bozarak çevresel sorunları yaratırken, sürdürülebilirlik kavramının önemini yok sayarken, küresel ısınma sorununun iklim değişikliğine sebebiyet verirken, doğaya zarar vererek doğal malzeme kaynaklarını yok ederken, tüm dünya nüfusu kontrolsüz bir biçimde artarken, geleceğin yönünü doğru belirleyebilecek miyiz?

Yaşam kalitesini, yaşam içindeki dengeyi, yaşam içindeki çevresel, toplumsal, sosyal ilişkileri bu bağlamlarda güvenle sürdürebilecek miyiz?

Kültürlere ait yerel, geleneksel yapıları koruyarak ve devamlılığını sağlayarak geleceğe taşıyabilecek miyiz?

Mimarlığın sanat ile çok özel bir ilişkisi vardır. Bu ilişkinin yansımalarını kaybettiğimizde geleceğin mimarlığı konforumuzu sağlarken, ruhumuzu doyurabilecek mi?

Tüm bu soruların cevapları muhataplarında saklı.

Yani biz insanlarda. Geleceğin mimarisini kullanıcılar, mimarlığın geleceğini ise mimarlar belirleyecek.

Mimarlık salt yapı malzemesi, tasarımı ve inşası ile tanımlanamaz. Mimarlığın algı yönetimini; ritim, renk, oran, ışık, ses, doku ve hatta koku belirler. Bunun için sadece fiziksel değil psikolojik basamaklarında içine dahil edildiği mekanlar oluşturmaktır önemli olan. Duygularımızın algısal örgütlenmesini belirleyen tüm aşamalarda mekânın önemi vardır. Tüm açık ve kapalı mekanlar bu örgütlenme çizgisinde algılanır. İşte tam da bu noktada, mimarinin gelecekte oluşacak yapısından dolayı endişeliyim. Duygularımızın algısal örgütlenmesini belirleyen parametrelerin beton yığınlarının, biçimlerin, formların, dokuların altında kalabilme ihtimalinden dolayı endişeliyim.

Mimarlığın tarihsel gelişim sürecinde her dönemin kendi anlayışına göre biçimlenmesi duyu ve duyguların önemi belli ölçeklerde vurgulamasına engel olmamıştır. Kullanıcı gereksinmelerine estetik açıdan cevap verirken mimarlık kaburgasının içini özenle işlemiştir.

Mimar Marcel Breuer mimarlığı anlattığı şu dizeleri bu yüzden çok kıymetlidir.

Mimarlık?

Kulaklarımızla işittiğimiz renkler,

Gözlerinizle gördüğünüz sesler,

Avuçlarınızla dokunduğunuz boşluklar,

Dilinizdeki mekânın tadı,

Ölçülerin güzel kokusu, Taş’ın özsuyudur. (Eriç, 2010, 290)

Mimar Juhani Pallasmaa ise Tenin Gözleri adlı kitabında mimarinin bütün duygulara, aynı anda seslenmesi gerektiğini vurgular.

Günümüzde insanlar; mimarlığın, kentler ve dolayısıyla dünya üzerindeki etkilerini sık sık tartışıyor, bu konuda olabilecek en iyi şeyleri söyleme gayreti sarf ediyoruz. Çünkü hepimiz gelecekten sorumluyuz. Beklentilerimizi belirlerken, konfor algımızı biçimlendirirken, yaşam şekillerimizin tercihlerini mekanlar üzerinden yaparken, bireysel değil toplumsal bir bilinçle küresel ölçeğe taşımanın sorumluluğunun ve ciddiyetinin farkında olmalıyız. Geleceği yaşanabilir kılmak için bireysel ölçekte göstereceğimiz çabanın ne kadar kıymetli olduğunu fark etmeliyiz. Evrensel tasarıma yönelmeli, sadece insanların fiziksel gereksinimlerine, konforuna cevap veren mimarlık anlayışını benimsememeliyiz. Kullanıcı gereksinimlerini karşılarken var olan kaynaklarımızı bilinçsizce tüketmemeliyiz. Engelli, yaşlı, çocuk hassasiyetinin özensizliğini, mimarlığın bütünü içinde büyütmeliyiz.

Tüm dünyada mimarlığın evrensel ölçüleri vardır. Bu ölçülerin evrensel olarak gelişip değişmesi kaçınılmaz bir dönüşümdür. Evet, dünya gelişiyor ve değişiyor. Algılanabilir bilgileri hafızasında biriktiriyor. Kullanıcı çeşitliliğini artırıyor. Zamanı kendi gerçekliği içinde kullanıyor. Misyon ve vizyonunu birçok konuda esnetiyor. Tüm bunlar mimarlığın yeniden tanımlanması gerektiğinin altını çiziyor.

Mimarlığın yeniden tanımlanmasına itirazım yok. Bence buna dünya olarak ihtiyacımız var.

Fakat unutmamamız gereken bir şey daha var; Eski bugün, yeni gelecek! Yeniyi sevmek, eksiyi hırpalamadığımızda kıymetli olur...

Kaynaklar

Corbusier, L., 1946, Towards a New Architecture

Eriç, M. (2010), Mimarlığın Seyir Defteri, Literatür, İstanbul.

J. Pallasmaa, (1996), Tenin Gözleri Y.E.M. Yayınevi, Istanbul.