İnsan davranışı ve evrim: Yüceltilen beyin, aşağılanan beden

Yazan
Prof. Dr. H. Tuğrul ATASOY
Nörolog
Yazının Okunma Süresi
19 dakika

Ben bir nöroloji ve klinik nörofizyoloji uzmanı, tıp doktoruyum. Yazı boyunca eğer haddimi aşarsam şimdiden özür dilerim. Tıp fakültesi eğitimim boyunca özellikle ilgi duyduğum konu davranış bilimleri oldu. Mezun olup zorunlu hizmete gittiğim dönemde davranışın temel yapıları ya da modern söylem ile “hardware” yönünün benim için “software” yönünden daha ön planda olduğunu fark ettim. Sonuçta bir nörolog ve klinik nörofizyolog oldum. Ben insanların neden ve nasıl konuştuğunu merak ediyordum. Koku duyusu davranışlarımızı nasıl etkiliyordu? Ya da bir cismi görerek ya da dokunarak nasıl tanıdığını ve isimlendirdiğini ve tanımladığını merak ediyordum. Bu soruların yanıtlarını aramayı sürdürmem beni özellikle davranış nörolojisine yönlendirdi. Bu konularda bilgi birikimim ve klinik deneyim arttıkça evrimin gerçekleri olmadan insan ya da herhangi başka bir organizmanın davranışlarını anlamanın ve açıklamanın olası olmadığını kavradım. Davranışın özellikle temel ve yapısal kısmının incelenmesi ve anlaşılmasının ise tamamen evrimi öğrenmekten ve anlayabilmekten geçiyordu. Bu beni etoloji, antropoloji ve kognitif nöroloji okuma ve öğrenmenin ötesinde evrimsel tıp çalışmalarının önemi ve gerekliliğine yönlendirdi.

İnsanın yanlış anlaşılan yeri
Evrime yönelik ön yargılar ve direncin en önemli nedeni bana göre özellikle tür olarak kendimizi canlılar dünyasında iki açıdan çok yanlış konumlandırmamızla ilgilidir. Önce zekâmızın yani organ olarak beynimizin canlılar dünyasındaki konumunu öyle yüceltiyoruz ki bir eşi benzeri ve de öncülü yokmuş gibi davranıyoruz. Sonra da bu arş-ı alaya yücelttiğimiz beynimizi besleyen ve taşıyan bedenimizi ve yeteneklerini de yine canlılar dünyası içinde acınası derecede aciz ve zayıf bedenler kademesine yerleştiriyoruz. İnsan ve zekâsının ulaştığı muazzam kültürel düzey diğer canlılarla aramızda aşılamaz ve açıklanamaz bir uçurum olduğu yanılgısını yaratmaktadır. Tabii ki bu aciz ve acınası zayıf bedenin de ancak bu ulaşılamaz eşsiz beyin sayesinde hayatta kalabildiğini düşünüyoruz. Ancak gerçekler öyle değil tabii ki!


Evrime yönelik ön yargılar ve direncin en önemli nedeni tür olarak kendimizi canlılar dünyasında iki açıdan çok yanlış konumlandırmamızla ilgilidir.

Problem çözen canlılar
Bahsettiğim şeylerin gözlerinizin önünde somut hale gelmesi için sosyal medyada hemen ulaşabileceğiniz iki görüntü kaydından bahsetmek istiyorum. İlki basit bir harekete duyarlı kamere kaydı. Dişi bir goril yağmurlarla taşmış bir dere koluna rast gelir. Karşıya geçmesi gereklidir. Etrafını araştırır ve uzunca düz bir dal bulup kırar ve yan dallarını ayıklayarak düz bir sopa haline getirir. Sonra da ağır adımlarla suya girerek elinde tutuğu sopa ile suyun derinliğini ölçerek karşıya geçer. Ee? Ne var bunda diyebilirsiniz? Sorun şu ki harekete duyarlı kameralar doğal hayatta kayıt yapana değin goril ve orangutanların (insanların gözetiminde olan rezervuar alanları dışında) doğal hayatta alet yapıp kullandıklarına biz insanlar hiç şahit olmamıştık. Ama gördük ki ortamda kokusu, sesi ve vücut ısısı ile insan yoksa orangutan ve goriller alet yapıyor ve bu aletler vasıtasıyla sorunlarına çözüm bulabiliyorlardı. O çok övündüğümüz zekâmız nerede kaldı o halde? Sahip olduğumuz her akli melekenin evrimsel bir öncülü vardır. İnsan odaklı gururumuz bunları görmemizi çoğunluk engellemektedir. Öyle ki bize en yakın türlerin zihinsel becerilerini bizden gizleyebildikleri gerçeğini bile ancak teknolojik ilerlememiz sayesinde fark edebilecek kadar kör hale gelebiliyoruz. Zekâmızı o kadar yüceltip bedenimizi o kadar küçümsüyor, zayıf ve güçsüz olarak tanımlıyoruz ki beyin ile beden arasındaki uçurumun aşılması için doğaüstü güçleri ya da uzaylıları devreye sokmak ihtiyacı duyuyoruz. Zekâmızın ve kültürümüzün doğada öncülleri vardır çünkü her ikisi de evrimsel işleyiş ve gereksinimlerin sonucudur. Aynada kendimizi tanıdığımızı bunu sadece bizlerin yapabildiğini düşündük. Sonra baktık ki şempanzeler de aynısını yapabiliyor. Şimdi saksağanların da aynada kendilerini tanıyabildiklerini biliyoruz. Sadece kendimizin alet kullanabildiğini yapabildiğini zannediyorduk ki yine şempanzelerden kargalara değin birçok canlının alet yapabildiğini keşfettik. Kuyruksuz primatların değişik alanlarda aynı amaç için farklı aletler ürettiklerini bunları taşıdıklarını sakladıklarını ve bölgesel kendilerine ait bir alet kültürüne sahip olduklarını keşfettik. Yenidünya maymunlarının da alet kullandığını fark ettik. Sadece insan olarak bizim problem çözebildiğimizi ileri sürdük. Kuyruksuz maymunların bu konudaki becerileri bizi allak bullak etti. Hatta kargaların bu konuda sergiledikleri ustalığı göz önüne seren hepimizi şaşırtan deney sonuçları ya da doğal gözlem kayıtları sosyal medyada çok büyük ilgi odağı haline geldi. Değişen yaşam koşullarının getirdiği sorunlara zekâmızla çözüm bulabilme ve taktiksel uyum yeteneğimizi öne çıkardık. Gördük ki yine tek tür değiliz. Fareler üzerinde yapılan geniş çaplı bir araştırma tehlikeli bir yiyecek ile ilgili bilginin kuşaktan kuşağa aktarıldığını ortaya çıkarmıştır. Kendileri doğmadan çok önce hasta eden bir madde ile ilişkilendirilmiş bir gıdayı yiyen ataları artık çoktan yok olmuşken bile yeni nesiller o gıdadan uzak durmuştur. Avusturalya’da yaşayan siyah çaylaklar kamp yapanların ateşlerinden kenardaki bir yanı yanan odun parçalarını çalıp kısa mesafe ötedeki kuru çayırlığa bırakırlar. Kuru otlar tutuşup yanmaya başlayınca otlar arasında gizlenmiş tavşanlar panik içinde kaçışmaya başlarlar sonrasında tavşanları avlamak tabii ki çaylaklar için artık çok kolaydır. Çaylakların daha önce gözlemlenmemiş olan bu davranışı, oldukça yakın dönemde ortaya çıkmış ve tür içinde yayılmıştır.


Orangutan ve goriller alet yapıyor ve bu aletler vasıtasıyla sorunlarına çözüm bulabiliyorlar.

İletişim kuran canlılar
Dile geldik sonra. Öyle ya insan lisanı gerçekten eşsizdir. Ancak burada da iki nedenle aradığımız doğaüstü yeteneğe ulaşma yolumuz tıkanıp kalmıştır. İlki hayvanların kendilerine ait oldukça yetkin hayvan iletişim sistemleri vardır. Her balina türünün kendine has bir ‘dili’ vardır. Kambur balinaların dili bu türler arasında belki en ilginç olanıdır. Primatlar dışında beste yapan belki bildiğimiz tek türdür. Kilometrelerce öteye şarkılarını yayabilirler. Ses repertuarları oldukça zengindir; iniltiler, hırıltılar, homurtular, kükremeler ve böğürmeler çıkarırlar. Bu seslerin bir kısmı sosyal bir mesaj taşır ve kimi özgül davranış türleriyle ilişkilendirilebilir. Ancak insanlardaki 'dil' anlayışına en benzeyen şey bu türün şarkılarıdır. Atlar, uzak mesafelerden bile birbirleriyle çıkardıkları belirli seslerle bağlantılı kimi vücut dili biçimlerini (jest, yönelim, göz teması ve kaçınma) kul­lanarak iletişim kurabilirler. Ancak bu bilgi insan temelli kibrimiz nedeniyle ancak son zamanlarda kullanılır olmuştur. Erkek serçelerin öteki bütün erkeklerin ötüşlerini tanıdığını –bu demektir ki her serçe kimlik işlevi gören kendine has ötüş tınıları taşımaktadır- ve kendilerini tehdit etmeyenlerin ötüşlerine karşılık vermediklerini gözlemlemiştir. Erkek serçeler ilk anda temelde aynı ezgi ile öter gibi görünmelerine karşın her erkek bu türe özgü ezgide kendilerine has çok küçük değişiklikler yaparak ötüşü bireysel olarak kendine özgü hale getirir. Her bireyin ötüşü kendi kimliği olur ve bireyin çevresi bu ötüş ile onu tanır. Erkek kuşlar yaklaşık 3000 m2’lik bir yaşam alanına sahiptir ve bu alanı canlarını dişlerine takarak savunurlar. Komşular birbirleri ile iyi geçinir ve karşılıklı yardımlaşırlar. Bu nedenle erkek kuşlar komşularının tanıdık ötüşlerine pek yanıt vermezler. Ancak esas tehdit yersiz yurtsuz işgal edilecek alan arayan kuşlardır. Bu tip yersiz yurtsuz bir işgalcinin ötüşünü hemen tanır ve şiddetle karşılık verirler. Vervet maymunlarının dört farklı alarm çığlığı vardır. İlki gökyüzünden gelen –kartal gibi- tehlikeler içindir. Bu çığlığı duyan maymunlar yukarıya bakar, sık çalıların arasına gizlenir ya da çığlığı duyan bireyler ağaçta ise üst dallardan daha alt dallara inerler. Bir diğer çığlık ise yerden gelen tehlikeler içindir –pars gibi- bu durumda ağaçların üst dallarına tırmanırlar. Üçüncü çığlık yılan tehlikesine özgüdür. Bu çığlık duyulduğunda ise durup yere otların arasına bakarlar. Dördüncü çığlık ise insan ya da diğer grup halinde avlanan yırtıcıları haber verir. Yine bu maymunlar üzerinde grup üyelerinin banda alınmış çığlıkları ile yapılan deneylerde bireylerin birbirlerini yalnızca sese dayanarak ayırt edebildiklerini ve kimin uyarı çığlıklarının güvenilmez olduğunu öğrenebildiklerini ortaya koymuştur. Babun, makak ve vervet maymun topluluklarına bir yavrunun yardım çığlığı dinletilirse yavrunun annesi sesin geldiği yöne bakarken diğer dişiler ise ilk önce sesin sahibi olan yavrunun annesine bakışlarını yöneltirler. Ayrıca -grup içi hırlama şeklinde-sesi dinletilen maymunun grup hiyerarşisindeki yeri ve hırlamanın kendisine göre alt ya da üst tabakadaki bir başka maymuna yönelik olup olmaması gibi farklılıklar da diğer bireylerin sese verdikleri tepkiyi değiştirmektedir.

Dilimizi öğrenebilen canlılar
İnsan merkezli gururumuzu kırma riskini göze alıp toplam 7 farklı türe (ki ikisi deniz memelisi diğer bir tanesi de kuş türüdür) sembolik insan lisanı öğretmeyi denedik ve bingo! Hepsi öğrenebildi. Örneğin cüce şempanze Kanzi 2,5 yaşında bir çocuğun dil yeteneğini sergileyebilmektedir. Lisanın oldukça basit halini öğrenebilen türler şimdilik şunlardır: Şempanzeler, bonobolar, goriller, orangutanlar, şişe burunlu yunuslar, Afrika gri papağanları ve denizaslanlarıdır. Yani birçok canlı lisanı öğrenebilecek ve kullanabilecek beyin büyüklük ve organizasyonuna sahiptir. Ancak diğer hayvan türleri lisan geliştirmemiştir. Çünkü lisana gerek duymamışlardır. Sözün özü sadece biz değil bizden başka diğer canlılar da gülebilir, yüz yüze seks yapabilir, alet yapabilir. Aletle alet yapabilir, gelecek için plan yapabilir, kendine has yöresel kültürleri vardır, düşünürler, problem çözebilirler, aynada kendilerini tanıyabilirler ve biyolojik olarak ilk bakışta anlamsız görünse de başkaları için fedakârlık yaparlar. Ünlü primatolog Frans De Waal’ın eserlerinin bir kısmı dilimize çevrildi. Bu kitaplardan özellikle ikisi “İçimizdeki Maymun” ve “Empati Çağı” (1,2) büyük kuyruksuz maymunların insan topluluklarında görülen neredeyse tüm karmaşık davranış ve suç örüntülerine sahip olduklarını çok güzel bir dille anlatmaktadır. Lafı uzatmayacağım. Çağımız sosyal medya çağı. Youtube ya da başka kaynaklardan kısa sürede basit bir tarama ile hayvanlar dünyasında izlenen ve kayıt edilen karmaşık sosyal davranış örüntüleri ve zekâ dolu davranış örnekleri ile ilgili öğretici kayıtları izleyebilirsiniz.


Şişe burunlu yunuslar dilin basit halini öğrenebilirler!

İnsan vücudunun doğa ile imtihanı: Soğuk
İkinci görüntü kaydı ise donmuş bir balığın şaşırtıcı yaşama dönüşü ile ilgilidir. Bu videoda (ya da benzerlerinde) bir derin dondurucudan donmuş bir balık alınır ve yerdeki su kabına bırakılır. Bu su dolu kapta donmuş balıkla aynı cinste sağlıklı bir balık yüzmektedir. Bir süre sonra donmuş balık yavaş yavaş kendine gelir ve yüzmeye başlar. Aslında bu biyolojide oldukça bilindik soğuğa karşı bir uyum yöntemidir. Soğuk ile donup ısınan hava ile hareket etmeye başlayan değişik canlılar mevcuttur. Benzer bir şeyi kurak dönemde kuru toprak içinde neredeyse ölmüş gibi uzun süreler kalıp, yağmurlar ve su ile birlikte yaşama dönen organizmalarda da izleyebilirsiniz. Bununla biz insanların ve beynimizin ne alakası var diyebilirsiniz. Şimdi şu açıdan bakalım: Vücudumuzu sınırlandırırken beynimize sınırsız güç atfediyoruz. Sanki güçsüz vücudumuzun üzerinde ve onun güçsüzlüğü yüzünden ve güçsüzlüğü nedeniyle beynimiz çok fazla evrimleşmiş gibi davranıyoruz. Beynimiz ile kesintisiz ve ayrılamaz bir birliktelik içinde olan ve aslında beynimizin varoluş nedeni olan bedenimizin gücünü ve dayanıklılığını beynimizin ve de kültürümüzün evrimi açısından çok ama çok göz ardı ediyor ve dahası da çok küçümsüyoruz. Bugünkü halimiz ve fizyolojimizle aşırı insan merkezli ve evrimi dışlayan düşünme yöntemimiz en basit anlamıyla ilk tümsekte çökmektedir. İnsan (görünen o ki) hayvanlar dünyasında pentatlon ve dekatlon yapabilen tek canlıdır. İşte üşümüş küçük balığın videosu bu konuyu tartışmak için güzel bir başlangıç olur diye düşündüm. Donmuş balık örneği bize neyi anımsatmalıdır? Ya da insan vücudu ki bilebildiğimiz en kapsamlı kültürü üreten beyni taşır, nelere kadirdir? Şimdi acaba biz insanların da bu balık gibi kimi (unuttuğumuz) bedensel yeteneklerimiz var mı? Olmalı sanırım! Yoksa bundan 65.000 yıl önce Afrika'dan son çıkış (günün en moda giysi ve av araçları ile bile) tüm dünyada müthiş geniş ve değişken arazi ve iklim koşullarında tutunamazdı. Avcı-toplayıcı atalarımız tüm dünyaya yayılırken bedenlerinin uyumsal güçlerini kullandılar. Bunların başında soğuğa karşı kullanılan bir uyum şekli gelmektedir; "İzole edici hipotermi" denilen bu savunma iki yönlü işler ve besleyici gıdaya erişimi olmayan soğuk bölge insanları tarafından geliştirilmiş bir tepkidir. Bu soğuğa karşı etkin bedensel savunma şeklini meşhur edenler orta Avustralya'da yaşayan Avusturalya yerlileridir. Bu bölgenin yerlileri bu savunma şeklini gerçekte çıplakken yaparlar. Soğuk çöl gecesinde rüzgârı kırmak için dallardan meydana gelen bir örtü örterler. Ateşin sönmesine izin verip anadan üryan uyurlar. İç sıcaklıkları düşen ortam ısısı ile birlikte yavaşça düşer ve gün doğumunda 4C derece olur. Uykuları gayet sağlıklıdır. Bu soğuk ortamda bu yerliler derileri bizim için uyum sağladığımız iklimde zarar görmeden yapabileceğimizden daha fazla soğumaktadır. Bu esnada da metabolizmaları hayati organlarını soğutur ancak enerjiyi koruyarak düşer. Metabolizmaları yine yaşamsal bir risk oluşturmadan bizimkinden daha fazla düşüş gösterecektir. Kafkas ırkından gönüllüler aynı yaşam biçimine maruz bırakıldığında, denekler geceyi titreyerek ve uyumadan geçirmiş, metabolizmaları aniden yükselip düşmüştür. Kuzey Avustralya' da yaşayan Avusturalya yerlileri daha bol gıdaya sahiptir. Bu nedenle bu bölgedeki yerliler soğuğa karşı yalnızca izole edici tepkiyi kullanırlar böylece soğuğa maruz kaldıklarında deri sıcaklıkları düşer buna karşın metabolizmaları ve iç sıcaklıkları sabit kalır. Soğuğa karşı bir diğer savunma sistemini ise Kalahari Çölünde yaşayan Sun halkı ve And Dağlarında yaşayan Perulu yerliler kullanırlar. Bu halkların uyum yöntemi katı hipotermik yoldur. Sadece derilerinin sıcaklığını düşürmezler, bütün vücutlarını soğuturlar, böylece kalorilerini korurlar. Son bir uyum yöntemi ise Kuzeyin İnuit halkının yöntemidir. İnuit halkı oldukça yağlı büyük hayvanlar ile beslenirler. Metabolizma hızını düşürmek yerine çok büyük ölçüde arttırırlar. Vücutlarının artan metabolizma ile ısınmasına izin verirler. Bu hayvanlardan besin yolu ile aldıkları muazzam miktarda yağı depolamaz yakarlar. İnuit halkının deri altında herhangi bir şehirli Batılı insandan daha fazla miktarda yağa sahip olmadıkları gösterilmiştir. Deri kıvrım kalınlığı ölçümleri onların bu büyük miktarda yağı vücutlarını ısıtmak için metabolizmalarını arttırarak yaktığını desteklemektedir. İyi de bu yeteneği modern şehirlerde yaşayan insan kayıp mı etti acaba? Burada bir deneyden bahsetmek istiyorum. Deney kısaca şu: Bilim insanları gönüllü erkekleri 14 C sıcaklıktaki suyla dolu tanklara her gün bir saat sokup fizyolojik ve metabolik olarak meydana gelenlerin tam kaydını tutuyorlar. Bir deneği dört ile altı hafta boyunca gün aşırı bir saat serinletmenin bile bir vücudu soğuk şartlara alıştırmak için yeterli olduğu görülmüş. Deneyin sonunda görülmüş ki erkekler tankın içinde rahat etmek için deneyin ilk gününe göre yüzde 20 daha az enerji yakıyorlarmış. İnsan vücudunun uyum gücü ile ilgili çok hoş bir deney. Ayrıca bize avcı-toplayıcılıktan ilk vazgeçen toplulukları hesaba katsak bile bedenimizin soğuğa karşı uyum yeteneğini tamamen kaybetmesi için geçen sürenin henüz çok ama çok kısa olduğu gerçeğini de bir kez daha anımsatmak istiyor. İnsan vücudunun uç şartlara uyum kapasitesi ile ilgili çok hoş bilgileri Hannah Holmes’un dilimize de çevrilen “Asortik Maymun” başlıklı kitabında bulabilirsiniz (3).

İnsan vücudunun doğa ile imtihanı: Sıcak altında maraton
Sıcak ile aramız nasıl acaba? Bu konuda da tür olarak insan akıl almaz yeteneklere sahip bir vücuda sahiptir. Avcı-toplayıcı insanlar milyonlarca yıldır tercihen yeni ölmüş hayvanlar başta olmak üzere leş toplamaktadır. Ancak 1,9 milyon öncesinden beri atalarımızın antilop ve ceylan gibi türleri avlayabildiklerini yaşam alanlarında bulunan kalıntılardan bilmekteyiz. Elinizde basit taş aletler odundan yapılmış topuz benzeri sopalar veya uçsuz mızraklarla bu hızlı canlıları nasıl avlayabiliyorlardı? Bu sorunun çözümü dayanıklılık koşusuna dayalı eski bir avlanma yönteminde yatmaktadır. Daniel E.Lieberman, David Carrier ve Dennis Bramble sebat avlanması denilen bu yöntemi Lieberman şöyle anlatmaktadır; “Sebat avlanması insan koşusunun iki temel avantajından faydalanır. Birincisi, insanlar uzun mesafeleri dört ayaklıların yavaş koşudan dörtnala koşmaya geçmesini gerektiren hızlarla koşabilirler. İkincisi, insanlar koşarken terleyerek serinlerken, dört ayaklılar nefes alıp vererek serinlerler ki bunu dörtnala koşarken yapamazlar. Bu yüzden her ne kadar zebralar ve Afrika antilopları depar atan herhangi bir insandan daha hızlı koşsalar da bizden daha hızlı koşan bu canlıları sıcak altında uzun süre koşmaya zorlayıp, sonunda fazla ısınmalarını ve kendinden geçmelerini sağlayarak avlayıp öldürebiliriz. Bu tam olarak sebat avcılarının yaptığı şeydir. Tipik olarak, tek başına veya bir grup avcı gün ortasında sıcak altında kovalamak için yalnız ve büyük (çoğunlukla olabilecek en büyük) memeliyi gözlerini kestirirler. Kovalamacanın en başında hayvan gölge altında ve nefes alıp vererek serinleyebileceği bir yer bulmak için dörtnala kaçar. Fakat avcılar izlerini takip ederek, genellikle yürüyerek, hızlıca takiplerini sürdürürler. Avlarını bulunca yine koşarak ve kovalayarak, korkmuş hayvanın serinlemesine fırsat vermeden yeniden kaçmasını sağlarlar. En sonunda, yürüyüş ve koşu içeren bu kesintili takip ve kovalamaca döngüsünün sonrasında, hayvanın vücut sıcaklığı ölümcül düzeylere ulaşır ve sıcak çarpmasından kendinden geçmesine sebep olur.”(4)
Bu avlanma yöntemini Güney Afrika San halkı üyelerince nasıl yapıldığını televizyon ekranında ilk seyrettiğimde şaşkınlıktan bir süre yerimden kalkamamıştım. İlk düşüncem “Biz insanlar kendi bedenimizi ve yeteneklerimizi çok küçümsüyoruz!” olmuştu. Bu yöntem bugün çok az kullanılsa da hala Güney Afrika’da San halkı, Avusturalya yerlileri ve kimi Amerika yerlileri tarafından uygulanabilmektedir. Bu akıl almaz avlanma yöntemi nasıl başarılabiliyor? En önemli uyarlanımlardan birisi terleyerek kendimizi soğutabilmemizdir. Giderek incelen vücut tüylerimiz ve cildimizde yer alan yüksek miktardaki ter bezimiz bu olanağı tanımaktadır. İnsanlar ile şempanzelerin vücutlarında bulunan kıl yoğunluğu aslında aynıdır ancak bizim vücudumuzdaki kıllar çok incelmiştir. Bu özelliğimiz yürümenin ötesinde tempolu uzun süreli koşucular olabilmemize de olanak sağlamıştır. Diğer memeliler kürkle kaplıdır ve bizim gibi ter bezleri yoktur ve terleme yolu ile bizim gibi serinleyemezler. Saatte yaklaşık bir litre kadar terleyebiliriz. Bu miktar sıcak hava koşulları altında tempolu koşan bir atleti serinletmeye yetebilir. Örneğin bu uyarlanım 2004 yılında Olimpik maratonunda sıcaklı 35 derecenin üstünde olmasına karşın saatte ortalama 17,3 km hızla atletlerin iki saat süre ile çok fazla ısınmadan koşmasına izin vermiştir. Koşarken insan bacakları enerjiyi çok verimli bir şekilde depolayıp bırakabilir. Yürüme ile karşılaştırıldığında koşmak yalnızca %30 ila %50 arasında daha fazla enerji tüketir. Ayak kemerimiz yay gibi gerilebilir. Bir diğer yay işlevi gören anatomik yapımız ise aşil tendonudur. Yay şeklinde esneyen insan bacakları depar atmadan sabit tempolu dayanıklılık koşusu sırasında koşunun maliyetini hızdan bağımsız şekilde sabit düzeyde tutabilirler. İlginç bir şekilde 8 kilometrelik bir koşunun her bir kilometresini 4 dakikada koşmak ile 6 dakikada koşmak arasında enerji açısından bir fark yoktur. Yaysı ayak kemeri koşmanın maliyetini %17 kadar azaltır. Aşil tendonu ise yürürken olmasa da koşma sırasında enerjinin %35’ini depolayıp bırakır. Ayrıca kısa ayak parmakları da koşarken ayağı sabitlemeye yardımcı olarak koşmaya yönelik gelişen uyumun bir parçasıdır. Büyük ilye kası insan vücudundaki en büyük kastır. Bu kas yürürken kasılmasa da koşma sırasında büyük bir kuvvetle kasılır ve kalçanın öne kapaklanmasına engel olur. Tırmanma ve depar atma sırasında da kasılarak bu hareketlere yardım eder.

Sonuçta…
Beynimizin bedenimiz ile birlikte var olabileceği gerçeğini kabullenmek zorundayız. Zorlu doğa ve iklim koşullarına etkileşim içinde birlikte uyum göstererek sağ kalabilmişlerdir. Beynimizin gerçekleştirdiği her türlü bilişsel atılımın evrimsel olarak doğada öncülleri vardır. Zihinsel yeteneklerimizin hiçbiri salt bize özgü değildir. Bu beyin çok ama çok büyük bir uyum yeteneğine sahip bedenimizin bir parçasıdır. Beynimiz bedensiz var olamaz. Bedenimiz de doğada görebileceğimiz belki en dayanaklı ve uyum gücü en yüksek bedendir. Gerçekleri görmek ve beynimizi hayali Kaf dağından gerçek yerine indirmeli bedenimizi ise aşağılayıp attığımız derin kuyulardan çıkarıp canlılar dünyasında hak ettiği uyum yeteneği açısından benzeri olmayan yerine geri iade etmeliyiz. Ancak bu şekilde insan beyninin ve bedeninin evrimsel olarak kat ettiği yolu ve mevcut seviyesini izah edip anlayabilir ve anlatabiliriz. Doğaüstüne ya da uzaylılara gerek duymadan… Saygılarımla…

Kaynaklar
1-Frans De Waal “İçimizdeki Maymun” Çeviren : Aslı Biçen. Metis Bilim Yayınları. 2008 1.Basım.

2-Frans De Waal “Empati Çağı” Çeviren: Kadir Yılmaz. Akılçelen Kitaplar. 2014 1.Basım.

3- Hannah Holmes “Asortik Maymun” Çeviri:Filiz Kart. Yurt Kitap Yayın. 2016 1. Basım.

4- Daniel L. Lieberman “İnsan Vücudunun Öyküsü” Çeviren:Raşit Bilgin. Say yayınevi. 2015 1.Basım

Evrim
Etiketler
evrim