Homeopati: Sulandılmış tıp

Yazan
Dr. Işıl ARICAN

Gün geçmiyor ki popüler günlük gazetelerin pazar eklerinin röportaj sayfalarında homeopati uzmanı olduğunu iddia eden biri boy göstermesin. Hemen her gün, gerek gazetelerde, gerek ekranlarda  bu sansasyonel kişilerin kanserden Alzheimer hastalığına kadar, muhtelif çaresiz hastalıkları tedavi ettiklerini iddia eden programlar dinliyor, röportajlar okuyoruz. Son yıllarda artan doğallık akımının da etkisi ile birkaç yıl öncesine kadar ülkemizde pek kimsenin bilmediği homeopati uygulaması giderek daha popüler oluyor, art arda dernekler açılıyor, sertifikalar dağıtılıyor.

Peki ama bir şeyin popüler olması, onun geçerli olduğunu da gösteriyor mu? Elbette ki hayır. Bir argümanın doğruluğuna karar vermek için onu kaç kişinin savunduğuna değil, o argümanı destekleyen veri ve kanıtlara bakmak gerekir. Meşhur Fransız yazar Anatole France’ın da dediği gibi “Saçma bir şeyi elli kişi de söylese, o hâlâ saçma bir şeydir.” Bu nedenle bugün, bu yazımızda popülerlik argümanı dışında homeopatinin ne olduğundan, nasıl ortaya çıktığından ve temel ilkelerinden bahsedecek, homeopati savunucularının iddialarının ne kadar geçerli olduğunu irdelemeye çalışacağız.

 

Homeopatinin kökenleri

Her ne kadar pek çok kişi homeopatinin doğuşunun antik çağlarda olduğunu sansa da, bu uygulamanın ortaya çıktığı dönem 18 yüzyılın sonları. Homeopatinin bu dönemde kurucusu Dr. Samuel Hahneman tarafından ortaya atılmasının ardında, o yıllardaki tıbbi uygulamaların da çok büyük etkisi var. 1700'lerin sonlarında, hekimler tarafından uygulanan tedavi yöntemlerinin modern tıpla hiçbir ilgisi yoktu. Henüz hastalık yapan mikro-organizmalar bilinmiyordu ve tıp bilimi kısmen gözlemler, kısmen Orta Çağ'dan gelen batıl inanışlar, kısmen de antik çağ felsefesinden köken alan uygulamalardan oluşuyordu.  Doktorlar hastalıkların nedenini anlamıyorlar, nedenlerini anlayamadıkları için de hastalığı iyileştirmeye yönelik tedavi uygulayamıyor, onun yerine hastaları kurşun, arsenik ve morfin içeren maddelerle, sülükle ve kan akıtma gibi yöntemlerle tedavi etmeyi seçiyorlardı. Hastalara yapılan bu tip cesur girişimlerin çok revaçta olduğu bu döneme Kamikaze Tıp Dönemi de deniyor.
Hekimlerin tüm hastalıkların dört vücut sıvısındaki dengesizlikten kaynaklandıklarını düşündükleri ve akıl almaz tedavi yöntemleri uyguladıkları bu kamikaze yıllarında, kimi zaman bir doktor tarafından tedavi edilmemiş olmak, kan kaybı, arsenik zehirlenmesi gibi nedenlerle hastanın ölmesini engellediği için, bazen doktora gitmeyen hastaların daha uzun yaşadığını söyleyebiliriz.
Hahneman, bu dönemde yaşayan humanist bir hekimdi. Meslektaşlarının bu risk alan davranışları onu ürküttü ve bir süre aktif doktorluktan uzaklaşarak sadece kimya ile ilgilendi. 1790'ların sonlarında mevcut tıp uygulamalarına alternatif bir uygulama arayışına girişti. Sağlıklı kişilerin kullanacağı ve onların hastalanmalarını önleyecek bir şurup arayışı içindeyken, sıtma tedavisinde kullanılan kinin maddesinin elde edildiği kına ağacı kabuğu çözeltisi içmeye başladı. İlacı kullandıktan bir süre sonra kendisinde sıtma hastalığına benzer semptomlar (üşüme, terleme) gözledi.
Bu gözleminin ardından, o yıllarda tedavide kullanılan  ve bugün artık değil tedavide kullanılmasını, zararlı ve toksik olduğunu bildiğimiz başka maddelerle yaptığı denemelerde benzer sonuçlar elde etti. Bu gözlemlerini, kendince deneylerle sınamaya karar veren Hahneman, bir grup sağlıklı insana o dönemde kullanılan bazı ilaçlardan verdi ve onların hissettikleri belirtileri kaydetmelerini istedi. Pek de sistematik ve kontrollü olduğunu söyleyemeyeceğimiz bu gözlemlerden elde ettiği veriler ışığında, homeopatinin temel prensiplerinden biri olan “benzer benzeri iyileştirir” prensibini ortaya attı. Hahneman'a göre, herhangi bir hastalığı iyileştirmek için, sağlıklı insanlarda o hastalığın temel belirtilerini ortaya çıkaran bir maddeyi ilaç yerine kullanmak yeterliydi.
Elbette, bu yöntemin çok ciddi bir sorunu vardı. Zira belirli hastalıkları iyileştirmesini umarak hastalarına vermek istediği maddeler kimi zaman oldukça zehirliydi. Örneğin yılan sokması sonucu zehirlenen hastanın yılan zehri içmesini öneriyordu Hahneman. Ya da veba belirtileri gösteren hastanın, vebalı bir başka hastanın yarasından alınmış iltihabı içmesi gerektiğini savunuyordu. Zaman zaman zehirli, zaman zaman da tiksindirici olabilen bu yeni tedavi yöntemini uygulanabilir kılmak için bir çözüm buldu: Seyreltmek.
Seyreltme sayesinde hastaya verilmesi gereken ilaç epey sulandırılarak seyrek hale geliyor, zehirli maddeler zehirlerini, tiksindirici maddeler de tiksindirici görüntülerini ve tatlarını kaybediyorlardı.
Bugün, belki bir kahve ile uykumuzun çok da kaçmadığını, ancak üç-dört kahve ile hem uykusuzluk çekeceğimizi hem de kahvenin çarpıntı gibi yan etkilerinden mustarip olacağımızı hepimiz biliyoruz. Seyrelen bir maddenin etkinliğinin azaldığını o yıllarda sahip olduğu kimya ve tıp bilgisiyle Hahneman da biliyordu. Ancak  bulduğu bu yönteme kendisini öylesine inandırmıştı ki elinde herhangi bir kanıt olmamasına rağmen seyreltilen maddenin etkinliğini azaltmak yerine artırdığını iddia ettiği yeni bir fikir ortaya sürdü: Çalkalamak. Hahneman'a göre iyice çalkalanan çözeltinin etkinliği, çözelti çok ama çok seyrelse bile çalkalama sırasında mucizevi bir şekilde artıyordu.
Hahneman, bulduğu bu yönteme 1807 yılında, Yunancada benzer anlamına gelen homoios ve hem hastalık hem duygu anlamına gelen pathos kelimelerinden yola çıkarak Homöopathie (benzer duygu/hastalık yaratan) adını verdi. İzleyen yıllarda, temel rahatsızlıkları tedavi ettiğini öne sürdüğü 67 homeopatik çözeltiyi içeren Materia Medica Pura isimli bir kitap yazdı. Günümüzde, homeopatik çözeltilerin sayısı artmış olsa da, pek çoğunun temelinde Hahneman'ın yazdığı Materia Medica Pura  var.
İlk çıktığı yıllarda hızlıca yayılan homeopati, popülerliğini eski Yunan tıbbından köken alan “Hastalıkların nedeni vücuttaki dört sıvının dengesizliğidir” inancına borçlu. Bu dönemde tıbbın gelişmemiş olması, mikropların bilinmemesi ve molekül analizleri yapmak için yeterli fizik bilgisi ve teknik imkanların olmaması, Hahneman'in iddialarının eleştirilmeden kabul edilmesini sağladı. Homeopati, 1800'lerin sonuna dek popülerliğini korudu. Ancak 1800'lerin ortasında  Louis Pasteur'ün çeşitli bulaşıcı hastalıklara karşı geliştirdiği aşılar ve zararlı mikroorganizamaları öldürmek için bulduğu pastörizasyon yöntemi, Robert Koch'un 1877'de önce şarbon bakterisini ardından da kolera, tifüs, difteri, veba, zatürre bakterilerini bulması, pek çok hastalığın etmeninin bakteri ve diğer mikroorganizmalar olduğunu anlamamızı sağladı. O zamana dek uygulanagelen kamikaze tıp, bu gelişmeler ışığında yeni bir çehreye büründü ve modern tıbbın temelleri atılmaya başladı. Hastalıkların nasıl oluştuğu ve olası tedavi yöntemleri hakkındaki bilgimiz artarken ne şekilde çalıştığına ilişkin herhangi bir mekanizma sunamadığı gibi gerçekten işe yaradığı da gösterilememiş homeopati gittikçe gözden düştü, unutulma noktasına geldi.
Homeopatinin tekrar popülerlik kazanması Nazi Almanyası dönemine rastlıyor. Naziler, pek çok alanda olduğu gibi tıp alanında da Almanları yüceltecek yeni bir sistem bulma ve Almanya'da tıp alanındaki güçlü Yahudi egemenliğini yok etme hevesindeydiler. Çok geçmeden gene bir Alman tarafından icat edilen homeopatiyi anımsadılar. Hitler'e yakınlığı ile bilinen Rudolf Hesse, Almanya'da ilk homeopati hastanesinin açılmasına önayak oldu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Almanya'da ve kısıtlı sayıdaki savunucusu ile bazı diğer Avrupa ülkelerinde tekrar popüler olan homeopati, İngilizlerin Hindistan'ı işgali sırasında Hindistan'a geçti.
Hintliler, homeopatiyi çok sevdiler. Her şeyden önce, İngilizlerin uyguladığı ve onlar için emperyalizmin simgesi haline gelmiş modern tıbbın antitezi olan bir yöntemdi. İlaveten temel prensiplerindeki ruhani taraflar, antik Hint tıbbi yöntemleri ile benzeşiyordu. Belki de en önemlisi, son derece fakir olan Hindistan'da homeopati konusunda uzman bir şifacı olmak hem son derece prestijli hem de bir o kadar ucuz ve kolaydı. Yıllar geçtikçe Hindistan'da binlerce homeopati uzmanı türedi. 1970'lerde başlayan Hippie felsefesinin sonucu olarak da yoga, meditasyon ve Hinduizm gibi Hindistan'dan ithal diğer kavramlarla tüm dünyaya yeniden yayıldı.
Homeopati, halen dünyada belli başlı alternatif tıp yöntemlerinin arasında yer alıyor. Ülkeden ülkeye kullanım oranları oldukça değişken. Bu oranlar, o ülkedeki alternatif tıp yöntemleri ile ilgili düzenleme ve yasalara göre önemli farklılıklar gösteriyor. İlaçların etkinliğinin gösterilmesini zorunlu tutan yasaların zayıf olduğu veya homeopati lobisinin güçlü olduğu ve bu yönteme ilişkin harcamaları sosyal güvenlik sistemi kapsamında değerlendiren Fransa ve Almanya gibi ülkelerde homeopati kullanım oranı nüfusun %30’una varırken, ilaç etkinlik düzenlemelerinin daha sıkı olduğu ve harcamaların sigorta şirketlerince karşılanmadığı ülkelerde bu oran %1-3 civarında. Ülkemizde de son yıllarda devlet politikasının tamamlayıcı tıp uygulamalarına yeşil ışık yakmasının bir sonucu olarak homeopati sertifikası dağıtan kurumlar ve bu sertifikayı aldıktan sonra hasta tedavi ettiğini iddia eden kişilerin sayısı hızla artmakta.

Popülerliği hızla artan homeopatinin etkin olup olmadığına karar vermek için, Hahneman’ın ortaya attığı temel homeopati prensiplerini biraz daha derin incelemek gerekli.

 

Benzer benzeri iyileştirir

Homeopatinin en temel ilkesi ‘benzer benzeri iyileştirir’ prensibidir. Bu inanışa göre, homeopatlar herhangi bir hastalık veya belirtiyi, o belirtiyi oluşturacak maddeleri kullanarak iyileştirdiklerini iddia ederler. Homeopatlar, iyileştirici özellikleri olduğunu iddia ettikleri bu maddelerden yapılmış çözeltilere “homeopatik remedi” adını verirler.

Örneğin saman nezlesi için en sık kullanılan homeopatik maddelerden biri soğandır. Saman nezlesinde en sık görülen belirti göz yaşarmasıdır. Soğan doğramış olan herkesin de teyit edeceği gibi, soğan suyu da ciddi göz yaşarmasına neden olur. Homeopatlar bundan yola çıkarak soğan suyu içeren bir remedinin saman nezlesine iyi geleceğini iddia ederler.
Benzer şekilde, uykusuzluk çeken kişiye kahve çekirdeklerinden hazırlanmış remediler, kaşıntı şikayeti olana ısırgan otu özütü, besin zehirlenmesi olan kişiye de kendisi bir zehir olan arsenik içeren remediler önerirler.

Benzerlik ilkesine inanan homeopatlar, sadece bitkisel maddeleri değil, bitkilerin yanı sıra mineraller, kimyasal bileşenler, hayvanlardan ve insanlardan elde edilen süt, kan, dışkı, idrar,  tırnak, yara kabukları, irin gibi maddeleri de homeopatik remedi bileşeni olarak kullanılabilirler. Örneğin sıtmaya karşı koruyucu olduğu iddia edilen bir homeopatik remedinin içinde Afrika’daki sivrisineklerin ürediği bir gölden gelmiş ezilmiş çürümüş bitkiler kullanılmaktadır. Benzer şekilde, radyasyon zehirlenmesi için önerilen remedi radyoaktif bir madde olan Plutonyumdan imal edilir. Belki de en tuhaf homeopatik remedilerden biri 1989 yılında yıkılan Berlin Duvarı’nın moloz kalıntılarından yapılan Murus Berlinensis. İçinde 14 gr çeker tableti olan bir kutu Murus Berlinensis’i yaklaşık 250 TL’ye satan Helios Homeopati şirketinin iddiasına göre, Berlin Duvarı insanları bir gecede birbirinden ayırıp yabancılaştırdığı için bu remedi yabancılık ve depresyon çekenlere birebir!

Bu örneklerden de görebileceğiniz gibi, homeopatide kullanılan remediler artık pek çoğunu iyi anladığımız hastalık ortaya çıkma süreçleri ile ilintisizdir ve bu süreçlere müdahale edecek herhangi bir maddeyi içermez. Homeopatların hastalıklara bakışı hastalığın tamamından çok o hastalığın ortaya çıkardığı semptomlara odaklanmıştır. Kaşıntı şikayeti ile gelen hastanın kaşıntısının alerjiden mi, yoksa ciddi bir karaciğer hastalığından mı kaynaklandığı homeopatları ilgilendirmez. Bu iki farklı durumda aslında hastaya verilmesi gereken tedavi ve müdahale birbirinden çok farklı olması gerektiği halde homeopat kaşıntı yapan bir maddeyi kullanarak her iki hastayı da tedavi ettiğini iddia eder. Berlin Duvarı ve Plutonyum örneklerinde de görüldüğü gibi kullanılan maddelerin çoğu hastalık süreci ve bu süreçleri iyileştirme ihtimali olan mekanizmalarla tamamen ilgisizdir.

 

Homeopatik sulandırma

Homepatinin klasik bitkisel tedavilerden belki de en büyük farkı kendine has sulandırma yöntemi. Homeopatlar, benzer benzeri iyileştirir ilkesi uyarınca seçtikleri maddelere nosod derler ve bu maddelerden tedavi etkisi olduğunu düşündükleri özütü çıkarır, sonra da “ana tentür” dedikleri bu özütü ileri derece sulandırarak farklı derişimlerdeki homeopatik remedileri hazırlarlar.

Özüt çıkarma yöntemi kullanılan maddeye göre değişebilir. Bitkisel madde kullanan homeopatik ilaçlarda bu yöntem genelde bitkiyi alkolde bekleterek içindeki özütün alkol solüsyonuna geçmesi şeklindedir. İrin, yılan zehiri, kan, cıva gibi kendiliğinden sıvı maddeler doğrudan ana tentür olarak kullanılabilir. Tırnak, kemik, böcek vs gibi katı maddeleri veya Berlin duvarı gibi egzotik cisimleri ise genelde havanda döverek toz haline getirir ve bu tozu su ya da alkol ile karıştırarak ana tentürlerini hazırlarlar.

Ana tentür hazırlandıktan sonraki adım istenen derişimdeki homeopatik remediyi hazılamaktır. Homeopati ilkelerine göre, bir ana tentür ne kadar seyreltilirse etkisi de o kadar artar. Bu da, aslında homeopati yönteminin tedavi edici olduğunu iddia ettiği ilkenin herhangi bir fiziksel ya da kimyasal mekanizmadan çok, homepatların inandığı mistik bir güce dayandığının önemli bir göstergesi.

Homepati remedilerinin üzerinde gördüğünüz 1X, 10X, 1C, 30C gibi ifadeler, o remedinin ana tentürden ne kadar sulandırarak hazırlandığını gösterir.

1X kuvvetindeki remediler, 1/10 oranında sulandırılmış remedilerdir. Yani hazırlanan ana tentürün 1 damlası, 9 damla su ile karıştırılarak iyice çalkalandığında ortaya çıkan remediye 1X denir.  Buradaki X, roma rakamı olan 10’dan geliyor. 2X remedi hazırlamak için 1X remediden alınan bir damla, yeniden 9 damla su ile karıştırılır. Ortaya çıkan yeni karışımda, aktif madde artık 1/100 oranındadır. Bu remediye yüzde bir aktif madde taşıdığı için 2X yerine 1C de denir. Bu şekilde devam edilerek her aşamada bir kat daha sulandırılan çözeltiler git gide içlerindeki aktif maddeyi kaybeder ve çoğunluğu su haline gelmeye başlar. Hazırlanan sıvı remediler, ya sıvı halde kullanılır ya da şeker tabletlerine damlatılarak tablet olarak hastalara verilir.

Homeopatların sıklıkla kullandığı çözeltiler 6C, 12C ve 30C derişiminde. 30C derişimindeki bir homeopatik remedi, içindeki aktif ana tentür 30 defa 1/100 oranında sulandırılmış çözelti demek.

Daha net açıklamak gerekirse, bir maddenin 30C derişimine ulaşması için o maddenin 1 damlasını 1 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 000 damla (1060  damla) su ile karıştırmak gerekir.  Gözlenebilen evrendeki toplam atom sayısının 1080     olduğunu anımsayacak olursak, bu denli bir derişimden sonra elde edilen nihai çözeltide aktif maddeden eser kalmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir hastanın 30C sulandırılmış bir remedi kullandığında,  başta kullanılan ana tentüre ait bir molekülü içebilmesi için 1034  litre sıvı çözelti  (dünyanın hacminin 10 milyar katı) tüketmesi gerekli. Bu kadan sıvının, dünyanın hacminin 10 milyar katı olduğunu belirtmekte fayda var.

Bugün bildiğimiz kimya ve fizyoloji bilgileri ışığında içinde hiçbir aktif madde kalmamış ve sudan ibaret bir remedinin nasıl olup da herhangi bir hastalığa iyi geleceğine ikna olmak pek mümkün değil. Bu remedileri kullanan kişiler kendi ifadelerinde remedilerden fayda gördüklerini söyleseler de bu etkinin plasebo etkisi dışında anlamlı bir etki olduğunu söylemek zor. Homeopatlar, bu tartışmaya yer bırakmayan matematiksel hesaba karşı homeopatinin etkinliğini bir diğer prensip olan çalkalama prensibi ile açıklamaya çalışıyorlar.

 

Homeopatik çalkalama

Homeopatlar, sulandırma ile hazırladıkları remedilerde sudan başka birşey olmadığını açık yüreklilikle kabul etmelerine rağmen, bu süreç sırasında yaptıkları şiddetli çalkalamanın ana tentürde bulunan aktif maddelerin içindeki ”büyülü etkiyi” hazırladıkları remediye geçirdiğine inanırlar. Homeopatik yönteme göre, ana tentür her bir sulandırılma evresinden geçerken şiddetle çalkalanır. İddiaya göre bu çalkalama, aktif madde moleküllerinin su moleküllerine çarpıp onları değiştirmesine neden olur. Su moleküllerinin hafızası olduğunu iddia eden homepatlar, bu şekilde bir çözelti ne kadar sulanırsa sulansın, içindeki aktif madde azalmasına rağmen kuvvetinin çalkalandığı oranda arttığına inanırlar.

Yıllardır madde yapısı ve atom fiziği ile uğraşan biliminsanlarının suyun bu tip bir hafızasının olduğuna ilişkin hiçbir gözlemi olmamasına rağmen, homeopatların inandığı bu iddianın cevaplayamadığı iki ana soru var. Eğer su moleküllerinin bir hafızası varsa, nasıl oluyor da bu hafıza sadece homeopatik ilaçlarda oluyor da musluğumuzdan akan su geçtiği yerdeki karşılaştığı diğer maddeleri anımsayamıyor? Saman nezlem için kullanmamı önerdikleri soğan suyundan hazırlanan 30C oranındaki homeopatik remedi daha önce göldeyken yanında yüzen balıkları, kanalizasyondayken yanında geçen diğer maddeleri anımsamıyor ama nasıl soğanı bir şekilde aklında tutuyor?

Ya da aynı remediyi homeopatik tablet olarak alıyorsam, üzerine 30C remedi damlatılmış şeker tableti nasıl oluyor da içinde soğandan eser kalmamasına rağmen göya hafızasında soğanı tutmuş olan su molkülleri tamamen buharlaşıp havaya karıştıktan ve kuruduktan sonra beni tedavi ediyor?

Homeopati tutkunlarının bu sorulara verecek cevapları pek yok. Bu konular açılınca genelde iş dönüp dolaşıp sulandırma sırasındaki uygulanan ritüel ve çalkalama metodolojisine geliyor. Diyorlar ki, su molekülleri ancak homeopatlar tarafından uygun şekilde çalkalanınca etraflarındaki molekülleri anımsıyorlar. Bu iddianın takdir ederseniz ki okunmuş suya veya muskaya inanmaktan pek de farkı yok.

 

Homeopatinin etkinliği gösterildi mi?

Homeopatik remedilerde kullanılan maddelerin tedavi ettikleri hastalıkların esas nedenini iyileştirmek gibi bir etkileri olmaması, satılan remedilerin içinde çoğu zaman su veya şekerden ibaret olması ve bahsedilen sihirli çalkalama etkisinin su molekülerinde herhangi bir değişiklik yarattığınının gösterilememiş olmasına rağmen homeopatlar tedavilerinin etkin olduğunu iddia ediyorlar. Hatta öyle ki, bugün modern tıbbın çaresiz kaldığı pekçok hastalığı iyileştirdiklerini öne sürüyorlar. Bu iddialarını savunurken de genelde son çare olarak “bir şekilde çalışıyor, nasıl bilmiyoruz ama hastalar iyileşiyor” diyorlar.  Peki, homeopati uygulayan hastaların iyileştiğini gösteren deliller var mı elimizde?

İster modern tıbba ait olsun, ister homeopati gibi alternatif tıbba, bir tedavinin işe yaradığını gösteren çalışmalar “çift körlü kontrollü” deneylerdir. Örneğin bir ilacı test etmek için 200 kişi alır, bunları rastgele iki gruba ayırırsınız. Sonra gruplardan birine test etmek istediğiniz ilacı, diğerine de etkisiz olduğunu bildiğiniz ama hastaların şekli, kokusu ve tadından deney konusu olan tedaviden farkını ayırt edemeyecekleri bir ilacı verirsiniz. Bu çalışmayı yaparken hastalara tedaviyi veren kişilerin olası önyargılarının sonuçlara etki etmesini engellemek için tedavi uygulayanların da hangi hastaya hangi ilacı verdiklerini bilmemelerini sağlarsınız. Örneğin ilaçları kapalı numaralı zarflara koyar ve ilacı veren kişinin hastaya verdiği zarfta hangi ilaç olduğunu bilmesini engellersiniz. Daha sonra iki gruptaki hastalardan hangisinin ne kadar iyileştiğine bakarsınız. Eğer gerçek ilacı alan hastalarda kayda değer bir farklılık, daha fazla oranda iyileşme gözlüyorsanız test etmek istediğiniz ilacın etkin olduğu sonucuna varırsınız. İki grup arasında bir fark gözlenmiyorsa, o zaman varmanız gereken kanı umut bağladığınız yeni ilacınızın plasebodan farksız olduğudur.

Homeopatinin etkin olup olmadığını test etmek için yukarıdaki esaslara uygun yapılan yüzlerce çalışmanın sonucu bize aynı şeyi söylüyor: Homeopatik remedilerin, plasebo için verilen ilaçlardan hiçbir farkı yok. Kısaca ha homeopatik remedi almış, ha musluk suyunu ilaç olduğuna inanarak içmişsiniz. İkisi de sadece tedavi olduğunuza inanmanın getirdiği plasebo etkisini gösteriyor. Bu remedileri alan kişilerde geçici süreliğine tedavi olma beklentisi nedeni ile kısmen iyileşme gözlenmesine rağmen kısa zaman içinde eski şikayetleri yeniden ortaya çıkıyor. Hatta hastanın öznel şikayetlerini bir kenara bırakır ve hastalığın ne durumda olduğunu nesnel testlerle takip ederseniz, aslında hastalık sürecinde hiçbir iyileşme olmadığını görmek mümkün.

Bu konuda yapılan en detaylı çalışmalardan biri, 2005 yılında Shang ve arkadaşları tarafından yürütülen ve The Lancet isimli tıp dergisinde yayımlanan bir meta analiz. Shang ve ekibi, 19 farklı kaynağı tarayıp bu kaynaklarda yayımlanan 110 homeopati etkinlik deneyinin toplu bir analizini yaptıklarında, bu analizlerin hepsinin ortak bir sonucu olduğunu gözler önüne seriyor: Homeopatik remedilerin, plasebodan öte bir etkileri yok.

Homeopatlar oldukça çok denek içeren bu kapsamlı çalışmalara karşı genelde özellikle alternatif tıp dergilerinde homeopati lehine yayınlanan tek tük başka çalışmaları delil olarak gösteriyorlar. Ancak homeopatinin etkin olduğunu iddia eden bu çalışmaların birkaç ortak özelliği var. Bunlar sıklıkla az sayıda denek içeren ve tedaviyi alan ve veren kişilerin körlenmediği, yani aldıkları ilacın homeopati ilacı mı, yoksa etkisiz mi olduğunu anladıkları (plasebo olup olmadığını anladıkları) çalışmalar. Homeopati derneklerine ait yayın organlarında yer alan bu çalışmaları alıp, uygun deney düzeneği ve çift kontrollü deneylerle aynı çalışmayı tekrarladığımızda ise, gözlenen bu etkinin pek de mucizevi olmayan şekilde ortadan kalktığını görüyoruz.

 

Homeopatinin cazibesi

Homeopatik remedilerin içinde hiçbir aktif madde olmamasına, bu remedilerin etkin olmadığının defalarca gösterilmesine,  homeopatik tedavi yapmaya karar vermiş birkaç tıp doktorunu saymazsak kendini homeopat ilan eden pekçok kişinin hiçbir tıbbi birikimi olmamasına rağmen nasıl oluyor da hayal tacirliğinden ibaret bu yöntem dünyanın her yerinde gitgide yandaş kazanıyor?

Bunun belki de en önemli nedeni hastaların yaşadıkları modern tıbbın uygulama şeklinden kaynaklanan sorunlar. Günümüzde, tıp hizmetinin son derece kâr odaklı olması, doktor hasta ilişkisinin gitgide mekanikleşmesi ve ilaç firmalarının etik olmayan uygulamaları nedeniyle insanların modern tıbba olan güvenleri azalmış durumda. Oldukça yüklü miktarlarda vizite ücreti ödeyen hastalar, doğal olarak gittikleri doktorlardan ilgi ve alâka bekliyor. Oysa pek çok doktor muayenesi son derece kısa sürüyor ve hastalar sıklıkla geçiştirildikleri hissine kapılıyorlar. Muayene sırasında yüzlerine bile bakmayan ve bir sonraki hastaya yetişme kaygısı ile hastanın kendini ifade etmesine imkan vermeden bir reçete yazıp hastanın eline tutuşturan doktorlar nedeniyle hastalar kendilerini uzun uzadıya dinleyecek homeopatları tercih ediyorlar. Benzer şekilde ilaç firmalarının zaman zaman etkinliği olmayan ilaçlar allayıp pullayıp piyasaya sürüyor olmaları, ya da ciddi yan etkileri olduğu bilinen ilaçları bu etkilerini gizleyerek satmaya devam etmeleri nedeniyle hastalarda hekimlerinin verdiği ilaçlara genel bir güvensizlik oluşmuş durumda.

Bu çekinceler ışığında alternatif çıkış noktası arayan hastalar, kendilerine yeterince zaman ayıran, onları enine boyuna dinleyen homeopatlar ile tanıştıklarında çoğu zaman standart bir doktor muayenesinden çok daha fazla tatmin oluyorlar. Üstüne üstlük, homeopatların kendilerine verdikleri ilaçları ‘tamamen doğal’ ve ‘hiçbir yan etkisi yok’ diye lanse etmeleri hastaları bu yöntemi en azından denemeye ikna ediyor.

Bu açıdan bakıldığında homeopatinin faydası olmasa da en azından zararı olmadığı, hatta hasta memnuniyeti açısından olumlu bile olduğu düşünülebilir. Ancak olay bu kadar basit değil elbette. Pek çok hastanın homeopati tedavisine başladıktan sonra tedavi edici özelliği olan gerçek ilaçlarını bıraktığını, tedavisine ara verdiğini görüyoruz. Söz konusu durum soğuk algınlığı ya da kendi kendine geçen basit hastalıklarsa bu sorun olmayabilir, ancak hastaların homeopatik remedi alıyorum diye tansiyon ilaçlarını bıraktıkları, kanser tedavisini aksattıkları sık görülen durumlar. İlaveten, tedavisi mümkün olmayan bazı durumları homeopatın kendilerini tedavi edeceği iddiasına inanan pek çok hastanın boş umutlarla maddi ve manevi pek çok külfetin altına girdiğini de unutmamak gerekli. Bu nedenle homeopati ile mücadele etmek, bu yöntemden medet uman kişilere tedavi edici olduğunu sandıkları remedilerin aslında pahalıya satılan sudan ibaret olduğunu anlatmak, maddi birikimlerini anlamsız tedavilere yatırmalarını engelleyecek şekilde toplumu bilinçlendirmek çok önemli.

Bir başka önemli konu da modern tıpla uğraşan bizlerin, homeopatinin pazarlama başarısından dersler alarak modern tıp ve ilaç endüstrisindeki sorunlarla mücadele etmesi. Ne zaman ki ilaç endüstrisinin etik olmayan uygulamalarını engelleyip, hastalara hak ettikleri ilgi ve önemi göstermeye başlayacağız, ancak o zaman modern tıptaki sorunlar nedeniyle bu tip asılsız uygulamalara bel bağlayan kişilerin güvenini tekrar geri kazanmamız mümkün olacak. Bu da bu hastaların maddi ve manevi olarak bu tip içi boş yöntemlerle suistimal edilmesinin önüne geçebilmemizin en önemli yolu.

 

Kaynakça:

Bilim