Jeolojik zamanlarda bir dizi fizikokimyasal olay, galaktik ve dünya kökenli birçok faktör hep birlikte hareket ederek toplu yokolmalara neden olmuş. Böylece dünyada yaşam kesintiye uğramış. Bazı gruplar, benzerlerine bir daha hiç rastlanamayacak şekilde silinirken, bazı gruplar farklı temsilcilerle yaşamaya başlamışlar. Bu anlamda toplu yokolmalar; dünyanın yeni canlılara sahip olmasında önemli bir etken olmuş. Bir grubun boşalttığı ekolojik niş, diğer bir grup tarafından doldurulurken, bu durum yeni yaşam biçimleriyle birlikte evrimsel hızlanmanın da dinamosu olmuş. Bu yokolmaların, 100.000 yıllık periyotlarda tekrarlanarak bir döngü oluşturduğu yönünde hipotezler de mevcut.
Dünya çapında yaygın ve şiddetli volkanizma faaliyetleri, bunlarla eşzamanlı olan meteorit çarpmaları, asit yağmurları, ozon incelmesi, kıtaların yükselmesi, deniz çekilmeleri (regresyon), deniz ilerlemeleri (transgresyon), küresel iklim değişiklikleri, kıtasal çarpışma ve ayrılmalar (plaka tektoniği), tsunami etkisi ve denizlerde karbonat doygunluk derinliğinin, ışığın geçebildiği ilk 300 metrelik seviyeye (fotik zon) kadar yükselmesi gibi ana faktörler, jeoloji tarihindeki kayda değer toplu yokolmaların nedenleri olarak gösterilmiş.
Günümüzde de aynen, milyon yıllar süren jeolojik devirlerde olduğu gibi dağ oluşumları, volkanizmalar, kıta taşıyan plakaların hareketleri, deniz, göl ve tüm diğer ortamlarda çökelme olayları devam ediyor. Farkında olmadan içinde bulunduğumuz bu süreçte, sonuçları ancak milyon yıllar sonra görülebilecek değişiklikler yavaş yavaş gerçekleşiyor. Örneğin, şimdiki levha hareketleri aynı hızla devam ettiği takdirde, 50 milyon yıl sonra; Pasifik Okyanusu’nun daralacağı, buna karşılık Atlantik ve Hint Okyanuslarının genişleyeceği, Avustralya'nın kuzeye doğru olan hareketine devam ederek Asya ile çarpışacağı, Afrika'nın doğu kısmının kıtadan kopacağı, Doğu Afrika’da yeni bir okyanusun oluşmaya başlayacağı, Kızıldeniz’in genişleyeceği ve Akdeniz'in daralacağı öngörülüyor. Daha yakın bir diğer öngörü ise; buzulların erimesiyle birlikte 100 yıl sonra birçok adanın ve kıta kıyısının sular altında kalacağı, değişen iklimsel koşullara uyum sağlayamayan pek çok türün yok olacağı, böylece jeolojik devirlerin sınırlarını belirleyen toplu yokolma koşullarının gerçekleşmesiyle günümüzün (Holosen) kaçınılmaz sonuna geleceği şeklinde.
Günümüzde insan faaliyetleri nedeniyle hızla bozulan çevresel faktörler, kendi seyrinde yavaş yavaş işleyen jeolojik süreçlere eklenerek, yeni toplu yokolma koşullarını hazırlıyor. Son 10-15 yılda kelime dağarcığımıza eklenen; tsunami, ekolojik faktör, ozon deliği, sera etkisi, fosil yakıt, nükleer, küresel ısınma, El Nino, La Ninya, Mich Kasırgası, Catrina Kasırgası, katil yosun, Caretta carretta, gibi yeni kelimeler aslında tehlikenin ön habercileri.
Günümüzde yaşadığımız küresel ısınma ve buna bağlı olarak gelişen yapay iklim değişikliği, jeolojik devirlerde milyonlarca yıldan beri gerçekleşen doğal iklim değişiminden tamamen farklı. Çünkü; jeolojik zamanlarda meydana gelen iklim değişimleri, dünyanın her 100.000 yılda bir elipsoidal yörüngeden, dairesel yörüngeye geçmesi; her 40.000 yılda bir dünyanın merkezinden geçtiği düşünülen eksenin eğim açısının azalması, kutup noktaları ve ekvatorun kuzeyden güneye doğru ilerleyerek ulaştıkları bu günkü konumlarına kadar, birçok peryodik değişikliğe bağlı olarak; binlerce, hatta milyonlarca yıllık çok uzun zaman dilimlerinde gerçekleşmiş. Buna karşılık günümüzdeki yapay iklim değişimi 15-20 yıl gibi çok kısa bir zaman içinde ortaya çıkmış. Jeolojik zamanlardaki iklim değişiklikleri bölgesel olurken, güncel ısınma küresel ölçekte olmuş. Günümüzdeki iklim değişiminin, büyük oranda insan faaliyetlerinden kaynaklanması ise, jeolojik zamanlardaki doğal süreçlerden tamamıyla farklı. Bu nedenle de, sonuçlarını kestirmek mümkün görünmüyor.
Günümüzdeki iklim ve sıcaklık değişimi şu şekilde tanımlanıyor:
"Küresel ısınma, insanların çeşitli aktiviteleri sonucunda meydana gelen ve sera gazları olarak nitelenen bazı gazların atmosferde yoğun bir şekilde artması sonucunda, yeryüzüne yakın atmosfer tabakaları ile yeryüzü sıcaklığının yapay olarak artmasının yarattığı süreçtir. Küresel iklim değişimi ise, küresel ısınmaya bağlı olarak yağış, nem, hava hareketleri ve kuraklık gibi diğer iklim öğelerinin değişmesi olaylarının tümünü kapsar”.
Bu tanımlamada bahsedilen sera gazları; karbondioksit, kloroflourkarbon gazları (CFC-11, HCFC-22, CF-4), metan, azotoksitleri, ozon ve su buharı. Sera gazları; aynen serayı kaplayan camlar gibi bir fonksiyona sahip. Güneş ışınları yeryüzüne çarpınca ısı enerjisine dönüştüğünden dalga boyları değişiyor. Sera gazları, bu ısı enerjisi dalgalarının yeryüzünden atmosfere doğru yükselmesine; başka bir ifadeyle karasal ışıma (radyasyon) olayı ile atmosferin yüksek katmanlarına ulaşmasına engel oluyor. Hatta, yeryüzünden yükselen ısı enerjisi dalgalarının bir kısmını yutuyor, bir kısmını yeniden yeryüzüne yansıtıyor. Böylece ısı, tıpkı serada olduğu gibi hapsedilmiş oluyor.
Dünyanın ısısı, hem güneş ışınlarındaki ufak değişimlere ve hem de sera gazlarına karşı duyarlı. Dünya atmosferindeki radyasyon dengesini de, her iki faktör birlikte denetliyor. İnsanın enerji üretimi, enerji tüketimi, yarattığı endüstri yanında güneşin manyetik aktivitesi de küresel ısınma olayına yardımcı oluyor.
Küresel ısınmada insanın katkısını sıfırlamak için, sera etkisi oluşturan kömür, petrol gibi fosil yakıtların kullanımından vazgeçip, rüzgar, güneş ve su enerjisi gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmek gerekiyor. Bu durumda güneş enerjisi, küresel ısınmada hem sorunun nedenlerinden biri ve hem de çözümü olarak bir ironi yaratıyor.
İklim değişikliğinin en büyük belirteci; yüzyılın en sıcak yazlarının son 15-20 yıl içinde yaşanmış olması. Diğer yandan, son 15-20 yılda ölçülen küresel sıcaklık ortalamaları da, son 600 yılın en yüksek sıcaklık ortalamaları olarak kayda geçmiş.
Küresel ısınmanın çok önemli bir diğer kanıtı da; kutuplardaki ve yüksek dağlardaki buzulların erimeye başlamış olması. Amerikan Kar ve Buz Verileri Merkezi (NSIDC) ölçümlerine göre, Güney Kutbu’ndaki Thwaites büyük buzulundan 3400 kilometre karelik buz kütlesi kopmuş. Antartika’da 7 dev buzul kütlesinin alanı, 1974 yılından itibaren 13500 kilometrekare daralmış. Antartika kıtasının Güney Amerika’ya bakan ucunda yer alan ve yaklaşık 12 bin yıl yaşında olduğu tahmin edilen buz kütlesinden 200 metre derinliğinde 3250 kilometrekare genişliğinde 750 milyon ton ağırlığındaki buz kütlesi ayrılmış ve binlerce aysberge bölünmüş. Larsen-B buzulu ise, son 5 yılda 5700 kilometrekarelik bölümünü kaybetmiş. Aynı şekilde. Kuzey Kutbu yakınlarındaki Blomstrandbreen Buzulu'da önemli miktarda eriyerek geri çekilmiş.
Buzullardaki bu erime hızı, giderek okyanus sularındaki yükselmeyi ve kıyıların sular altında kalması sonucunu beraberinde getirecek. 2100 yılında, küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesindeki yükselmenin 90 cm’ye ulaşacağı hesaplanıyor. İzlanda’nın % 8’ini kaplayan ve kutuplar dışındaki en büyük buzul olan Vatna dev buzulunun da, en yüksek erime hızına eriştiği ve küresel ısınmanın böyle devam etmesi halinde, bu dev buzulun 100 yıl sonra tamamen yok olacağı ve bütün İzlanda’nın sular altında kalacağı öngörülüyor.
Ormanların yok edilmesi gibi diğer unsurlar da günümüzdeki iklim değişikliklerini doğrudan etkiliyor. Dünya’nın 10°K-10°G enlemlerindeki tropikal kuşağında yer alan yağmur ormanları, dakikada 30 dönüme karşılık gelmek üzere, her yıl 11 milyon dönüm alanda sistemli olarak ortadan kaldırılıyor. Bu hızla tahrip devam ederse, 2020 yılında sadece yağmur ormanı türlerinde % 20’lik bir azalmanın olacağı öngörülüyor. Bu durum, sadece orman alanlarının ve türlerinin kaybı değil, dünya çapında bir iklim değişikliğinin de nedeni olacak. Çünkü, hem hayvan yaşamını destekleyip, hem de su depolayarak iklimi dengeyen toprak, üzerindeki ormanını kaybettiğinde nemini düşürüp, su tutma özelliğini yitirerek artık bitki yetiştirmeyecek.
İlk kez 1985 yılında, Antartika kıtasının tam üzerinde tespit edilen ozon deliği de, hem neden ve hem de sonuç olarak iklim değişikliklerini körüklüyor. Deliğin açılmasına neden olan olaylar, 60 yıl önce CFC (kloroflorokarbon) olarak bilinen bir grup gazın klima ve buz dolaplarında soğutucu, deodorant ve traş köpüğü kutularında sprey olarak kullanılmasıyla başlıyor. Daha sonra nükleer denemeler ve çok yüksekten uçan jetlerden çıkan azot oksitleriyle birlikte, bu gazların birçok endüstride kullanılması durumu geri dönülemez hale getiriyor.
Hemen her endüstride kullanılmaya başlanan CFC ve Halon türü gazlar atmosfere karışarak ozon tabakasına ulaştıklarında, reaksiyonlarla ozonu tüketerek, oksijene çevirip, ozonu incelerek yırtılmasına yol açıyor. Bu olay, bir diğer haliyle, serbest kalan klor atomlarının ozonu parçalaması ve her klorun yeni klorlar doğurmasıyla bu parçalanmanın önüne geçilemez oluşu.
Ozon azalmasının, gelecek 100 yıl içinde, her yıl 1.500.000 insanın katarakt olmasına, her yıl 800.000 insanın kanserden ölmesine neden olacağı; bu azalma nedeniyle soya fasulyesi, patates ve pancar gibi temel gıdaların yetişemeyeceği öngörülüyor.
Sera gazları, ozon deliği derken küresel ısınma ve iklim değişikliklerinin kaçınılmaz sonucu olarak da, bir yandan buzullar erimekte, diğer yandan çöller genişlemekte. Yaşanan tüm anormal atmosfer olayları, okyanuslardaki anormal gelişmeleri; okyanuslardaki anormal gelişmeler de atmosferdeki anormal olayları karşılıklı olarak körüklemekte. El Nino, La Ninya gibi anormal atmosfer olaylarının peryotları sıklaşmakta, şiddetli kasırgalar, dev hortum ve siklonlar tüm dünyayı etkilemekte.
El Nino olayları, dünyadaki tüm anormal atmosfer olaylarını kapsamak için kullanılan genel bir terim. El Nino’ya ait ilk yazılı kayıtlar 1500’lü yıllarda Güney Amerika'nın batı kıyılarında dolaşan İspanyol gemilerinin seyir defterleri olsa da, ağaç halkaları, mercan ve buzullardan alınan örnekler, bu tarihten önce de El Nino’ların varlığını gösteriyor, iklim olayları, bir yandan ağaç halkalarında ve mercanlarda izler bırakırken; diğer yandan buzullarda iklim değişikliğine işaret eden kar katmanlarını delil olarak bırakıyor. Tarihsel kayıtlara göre. El Nino olayları genellikle 3-4 yılda bir ve 12-18 ay hakim oluyor. 2-7 yıl arayla görülen El Nino’lara da rastlanıyor. Yani, düzenli bir El Nino peryodu yok. Ancak, küresel ısınma nedeniyle, El Nino'lar daha sık ve daha şiddetli olarak ortaya çıkıyor. Birkaç yılda bir ve peryodik olmaktan çıkıp, devamlı hale geldikleri görülüyor. El Nino’ların etkileri, önceleri Peru ve Ekvator gibi sadece Pasifik’in Ekvator kuşağındaki ülkeleriyle sınırlı iken, 1957 yılında Kuzey Pasifik'e doğru yönelerek, Kuzey Amerika kıyılarına ulaşmış. 1982-1983 yıllarında; Peru, Ekvator, Bolivya, ABD'nin Batı kıyıları ve Brezilya'da fırtınalar yaşatarak 1700 kişinin ölümü, binlerce kişinin evsiz kalışı ve milyarlarca dolarlık maddi hasarın nedeni olmuş. 1997-98 yıllarında en büyük tahribatını Endonezya ve Filipinler gibi Güneydoğu Asya ülkeleri ile Amerika kıtasında gerçekleştirmiş. El Nino'nun neden olduğu aşırı sıcaklık, ABD’nin Florida eyaletinde, Brezilya'nın Amazon Ormanlarında, Yunanistan Ormanlarında ve Endonezya Adalarında 2 ay süren yangınlara yol açmış. Ekvator, Kongo, Bangladeş, Kore, Çin ve Sudan’da yine El Nino'nun sonucu olarak gerçekleşen seller, binlerce insanın ölümüne ve evsiz kalmasına yol açmış. 1998’de Amerika kıtasını altüst eden fırtına ve kasırgalar 32.000 insanın ölümüne neden olmuş. Daha sonra, El Nino’nun yerini alan Mich Kasırgası’nın Honduras ve Nikaragua'daki bilançosu ise 20.000 ölü olmuş. Pasifik ve Atlas Okyanusunda hortum ve siklonların oluşturduğu dev dalgalar Papua Yeni Gine'de 3000 insanın ölümüne yol açmış, yüzlerce adayı da yok etmiş.
Dünyanın doğal dengelerinin hızla bozulmasındaki etkenlerden bir diğeri de nükleer denemeler ve nükleer kazalar. Çernobil örneğiyle, 26 Nisan 1986 gecesindeki patlama, Hiroşima’ya düşen bombanın 50 kat fazlası radyoaktivitenin bulutlara yüklenmesini gerçekleştirmiş. Dağılan radyasyonun tam etkisinin 50 yıllık süreçte görüleceği göz önüne alındığında, Çernobil'in ancak 2036 yılı verileriyle değerlendirilebilmesi mümkün olabilecek. Keza, 1998 yılında, Pakistan’ın deneme amacı ile patlattığı atom bombaları da; depremler, okyanusta dev dalgalar ve mevsim dengelerinin bozulması gibi çevre felaketlerine neden olmuş. Son örnek, Japonya’da 11 Mart 2011’de gerçekleşen 9 büyüklüğündeki deprem ve ardından yaşanan tsunami sonrasında patlayan Fukuşima nükleer santrali.
Nükleer denemelerin genellikle okyanuslarda gerçekleştirilmesi ise, denizlerin ekolojik sisteminde bozulmalara yol açıyor. Bundan öncelikle etkilenenler, besin zincirin ilk halkasını oluşturan planktonlar oluyor. Aynı etkilenmeler mercanlarda da görülüyor. Mercan resiflerinin yok oluşunda, nükleer denemelerin yanında küresel ısınma da etkin oluyor. Mercan poliplerine parlaklığını veren Zooxanthellae adlı küçük bitkiler, su sıcaklığının 1-2 derece yükselmesiyle birlikte ölüyorlar. Yaşamak için bu bitkiye mecbur olan mercan polipleri de önce soluyor ve sonra yavaş yavaş ölüyorlar. Şu anda, dünya mercan resiflerinin %10’u solmuş durumda. %30’unun önümüzdeki ilk 10 yılda yok olması ve diğer %30’luk kısmın ise sadece 20-25 yıl sonra tamamen yok olacağı öngörülmekte. Mercan resiflerinin yokolması, deniz ekosisteminin temel besin zincirini kıracak ve tek hücrelilerden, süngerlere; eklembacaklılardan, balıklara değin geniş bir yaşam yelpazesinin de yokoluşunu beraberinde getirecek.
Hızla artan insan nüfusu, yeni yerleşim alanları, yeni tarım alanları, yeni enerji ve sanayi yatırımlarına ihtiyaç gösteriyor. Bu yatırımlar yapılırken, insançevre - saygı ilişkisinin gözetilmemesi, her yeni sanayi yatırımının insan için yeni tehlikeler yaratmasına neden oluyor. Sanayi atıkları sayı ve miktarlarını her gün artırarak, doğada yaşamı paylaşan her unsur için büyük bir tehlike yaratıyor. Isaac Asimov'un dediği gibi, “Uygarlıklar kentleri yarattı. Şimdi ise kentler, uygarlıkları yok etmek üzere”.
Bu konuda sadece Karadeniz örneğine bakmak yeterli. Karadeniz’e kıyısı olan ve olmayan 15 ülke, 10 büyük nehir yoluyla sanayi atıklarını Karadeniz’e ulaştırıyor. Bu durum, Karadeniz'in denizel özelliklerini yitirmesine yol açıyor. Yanlızca Tuna Nehri’nin Karadeniz'e getirdiği fosfat, krom, bakır, kurşun, civa, çinko bileşikleriyle, nitrat ve nitritler gibi mineral ve madeni kökenli bileşiklerin yıllık miktarı korkutucu boyutta. Ayrıca, sonuçlarına yüzyıllarca katlanacağımız bir siyanür problemi de mevcut. Aşırı kirlenme, Karadeniz'deki yaşam yelpazesini derinden etkiliyor. Kirlilik, bazı yosunların anormal büyümesine yol açarak güneş ışınlarının su yüzeyinin 10 metre altına dahi inememesine, buna bağlı olarak da alg tipi yosunların fotosentez yapamayarak oksijen üretememesine, böylece denizel yaşamın en önemli besin kaynağı olan planktonların beslenemeyip ölmelerine yol açıyor. Bu mekanizma, besin zincirinin ilk halkası olan planktonlarla birlikte kırılmaya neden oluyor. Oksijen gereksinimi ile boylarını anormal oranda büyüten yosunlar, Karadeniz'in zaten az olan oksijenini tüketerek, bu kez deniz analarının olağanüstü sayıda çoğalmalarının yolunu açıyor. Etçil olarak beslenen bir deniz anası türü olan Taraklı Medüzün (Mnemigosis leldyi) hızla çoğalarak baskın konuma gelmesi ve birbirini tetikleyen tüm bu olayların sonucunda, son 30 yılda Karadeniz’de mevcut 23 ticari balık türünden geriye günümüzde sadece, başta hamsi olmak üzere, uskumru, lüfer, riga ve mersin balıkları olarak 5 tür kalıyor.
Büyük gemilere yapışarak, Kızıldeniz üzerinden Süveyş Kanalı yoluyla Doğu Akdeniz’e geçtiği düşünülen “Katil Yosun” (Caulerpa racemosa), ülkemizde Akkuyu, Kemer, Bodrum ve Gökova körfezindeki Mersincik Adası sahillerinde hızla yayılarak deniz ekolojisini olumsuz etkiliyor. Ülkemizin en büyük iki gölü olan Van Gölü ve Tuz Gölü, atık suları nedeniyle yavaş yavaş ölüyor. Kayseri Sultan Sazlığı ve Manyas Kuş Cenneti gibi sulak alanlar da, kirlilik nedeniyle en üst seviyede can çekişen doğa alanları.
Dünya'da, kara içlerinde dağlar oluşturan çöpler, sahillerde de yoğun kirliliğin nedeni olmakta. Sadece karalar ve denizler değil, uzay da çöplerden nasibini almakta. Şu anda, yeryüzünden 2000 km yüksekte; askeri roketler ve uydu parçalarının oluşturduğu bir çöp bulutu mevcut. Bu çöp bulutunu, saniyedeki hızları 5-10 km olan, 5-10 cm çapındaki partiküller oluşturuyor. Bu çöpün ağırlığı, hesapsızca durmadan artırılıyor. Kızılderili reisi Seatle’ın söylediği gibi, “Beyaz adam, kendi çöpünde boğulacak”.
Hızla artan insan nüfusuna yeni iskan ve tarım alanları açmak, hem hayvanların yaşam alanlarını azaltıyor, hem doğal dengeleri bozarak beraberinde birçok türün soyunun tükenmesini getiriyor. Örneğin, 1924’de Uganda'da toprakların % 75'inde yaşayan filler, 1963’te sadece %13’ünde yaşamaya zorlanmışlar. Günümüzde ise, devletin resmi avcılık dairesince sistemli olarak öldürülüyorlar. Kenya’da son 10 yılda sadece, Tsavo Av Parkı’nda sistemli olarak öldürülen fil sayısı 40.000’dir.
Günümüzde mavi balinalar, mercanlar, filler, timsahlar, su aygırları, zürafalar, Sibirya kaplanları, Avrupa kurtları, akbabalar ve kelaynaklar küresel ölçekte hızla yokolmaya giden türler. 2000'li yıllara, geçen yüzyıla göre yeryüzündeki bitki ve hayvan türlerinin % 20’sini kaybetmiş olarak girdik.
Muhtelif faktörler dışında genellikle yaşama ortamlarının kaybedilmesiyle yaşanan habitat yıkımının neden olduğu bu güncel yokolmalar hergün artarak devam ediyor. Binlercesi içinde birkaçını örnekleyelim.
Maymun türlerinden, Madagaskar’da yaşayan Propithecus verreauxi, Brezilya'da yaşayan Leontopithecus rosalia, Saguinus bicolor ve Cebus xanthosternos türleri milenyuma girerken yokolan türler. Bunları yokolma nedeni, ormanların yok edilmesi, avcılık ve hayvan ticareti olarak gösteriliyor. Kalifornia da yaşayan tilki türlerinden Urocyon littoralis yaşama ortamlarının yok edilmesi nedeniyle %80 oranında, Çin’de yaşayan Saiga tatarica ise tamamen yok olmuş, Avrupa da, kurt ve tilki türlerine tekrar kavuşmak için özel programlar yürütmeye başlamış.
Tavşanlar da yok olmadan nasibini alıyor. Güney Afrika’da yaşayan tavşanlardan Bunolagus monticularis sadece 250 adet kalmış. Oryx dammah gibi dağ keçileri ise, avlanma nedeniyle nesli tükenenlerden. Tinostoma smaragditis gibi kelebek türleri habitat yıkımı nedeniyle tamamen yok olmuş. Karasal bir karından bacaklı türü olan Hélix ceratina ise, Corsica’da sadece 7 hektarlık alanda gözleniyor. Tükenmeye ramak kala, özel bir kanunla korunuyor. Bir yandan, hoyratça yok ederken, diğer yandan özel statülerle korumaya çalışmak da insanın açmazlarından doğal olarak.
Özellikle insan yerleşimleri, tarım alanları açılması, bozkır ve ormanlarda azalma nedeniyle uğradıkları habitat yıkımı nedeniyle yokolan gruplardan bir diğeri de kurbağalar. Afrika’ya özgü türler olan Nectophrynoides viviparus, Hyperolius rubrovermiculatas, Leptopelis susanea Pseudophryne corroboree tamamen yok olan türler. Costa Rica’da yaşayan Atelopus varius ve Kuzey İzlanda'da yaşayan Litoria nannotis de artık sadece sayılı bireyleri olan türler.
Habibat yıkımından nasibini yokolmalarla alan bir diğer grup Kaplumbağalar. Ancak, bunlardaki yok oluşun evcil hayvan ticareti gibi bir başka insan faaliyeti nedeniyle olması ilgi çekici. Güney Tayland ve Malezya’da yaşayan Callagur borneoensis, Güney Çin’de yaşayan Cuora trifasciata ve Pyxidea mouhotii gibi kaplumbağa türleri, bu nedenle nesli tüketilen örnekler.
Kuşlardan, özellikle Albatros kuşları için nesil sona eriyor. Albatros kuşlarının bilinen 21 türü mevcuttu. Günümüzde bunların tamamının nesli tükenmekte. Bunlardan, Diomedia exulans tamamen yokolmuş ve yokolma nedeni olarak, balıkçı tuzaklarına yakalanmaları gösterilmiş. Havai Adalarında yaşayan Loxioides bailleui gibi kuşların yokolma nedeni ise, habitat değişimi. Baykuşlar da, ormanların azalması nedeniyle uğradıkları habitat değişimi nedeniyle yok olmaya başlayan türleriyle tehlike sinyalleri veren bir başka kuş grubu. Güney Asya’ya özgü baykuş türlerinden Scops insularis ve Heteroglaux blewitti sadece 25’şer adet örneği kalmış türler. Pteropus livingstonii gibi yarasa türleri de ormansızlaştırma faaliyetleri nedeniyle yokolmuş.
Su ortamlarında da yokolmalar süratle devam ediyor. Tatlı su balıkları, özellikle kirlenme nedeniyle yok olan türler listesinde önemli bir yer tutuyor. Doğu Afrika’ya özgü Paretroplus menara tamamen tükenmiş, en geniş tatlı su balığı olan Pangasianodon gigas sadece 80 adet kalmış. Hint okyanusuna özgü bir tür olan Pristis microdon (testere balığı) avlanma ve kirlenme nedeniyle yok olmuş. Atlantik okyanusunun balıklarından olan Apinephelus striatus çok az sayıda kalmış. Özellikle mavi balina türleri olan Delphinus delphis, Eschrichtius robustus ve köpek balıklarından Rhina ancylostoma aşırı avlanma nedeniyle yok olmuşlar. Denizatı Hippocampus reidi’nin yokolma aşamasına gelmesinin nedeni ise, hem hayvan ticareti, hem de özellikle güneydoğu Asya ülkelerinde afrodizyak olduğu düşüncesiyle besin olarak aşırı tüketimi.
Sürmekte olan bu yokolmalar, insanlık için anlamlı olan bir zaman içinde yerine konamayacak olan yok olmalar. Çünkü artık türler, yeni türlerin oluşmasından bin kere daha hızla yok olmaktalar.
Dünya’nın Jeoloji Tarihi’nde bir türün ve ondan türeyenlerin ortalama ömrü, ait oldukları gruba göre; 1 milyon yıl ile 10 milyon yıl arasında değişiyor. Her toplu yok olmadan sonra, kaybolan biyolojik çeşitliliğin tekrar onarılması, her seferinde 10 milyon yıldan fazla sürüyor. Biyolojik çeşitliliğe tekrar sahip olma faaliyeti, ancak, herhangi bir şekilde zarar görmemiş doğal bir çevrede mümkün olabiliyor. Günümüzde insanlığın tüm yaşam alanlarını tahrip etmesi, biyolojik çeşitlilikte ileride gerçekleşebilecek bir onarımı da peşinen ortadan kaldırıyor. Bu durumda, günümüz insan faaliyetlerinin neden olacağı yokoluş nöbetinin jeolojik geçmişteki örneklerinden daha kapsamlı olacağı öngörülüyor.
Belli bir yaşama alanına, değişmez bir mikroiklime, belli besinlere, hayat döngüsünün farklı safhalarını tetikleyecek şekilde özelleşmiş ısı ve nem döngülerine ihtiyacı olan her türün doğada belli bir yeri ve işlevi var. Ayrıca, türlerin çoğunun varlığı, odak - yaşarlık bağları nedeniyle diğer türlerin varlığına bağlı. Türler, aynı zaman ve mekan içinde, eğer olması gereken noktalarda bir araya gelemezlerse, bu durum çok kısa bir süre için gerçekleşse bile dahi, hayatta kalamıyorlar.
İnsan; hızlı sanayileşme, aşırı nüfus artışı, yarattığı kirlilik, habitat yıkımı, avlanma, aşırı tüketim ve ticaret gibi nedenlerle sonuçlarına kendisinin de katlanmak zorunda olduğu bir dünyayı hızla hazırlıyor. Öyle ki, bütün insan faaliyetleri durdurulsa bile, Dünya’nın ancak 2100 yılında normale dönebileceği hesaplanmış.
İklimler, mevsimsel peryotlar ve okyanus akıntı sistemleri değişiyor. Kavurucu yaz ayları uzuyor, ilkbahar, sonbahar ve kış ayları birbirine karışıyor. Kar yağışı azalıyor, şelaleler, dereler, göller kuruyor, kirletiliyor, ormanlar yok ediliyor, çöller genişliyor, buzullar eriyor, denizler, akarsular kirleniyor, hava soluk alınamayacak hale geliyor, Ozon deliği giderek genişliyor. Doğanın, bu her biri milyon yıllardaki jeolojik süreçlerde edinilmiş değerli parçalarını koruyacak zaman giderek kısalıyor....
KAYNAKLAR
1) Anonim, 2000. Doğadaki Ayak İzlerimiz, Doğal Hayatı Koruma Derneği, 184 s.
2) Anonim, 2001. Yeşil Atlas, S1 sayı 4. 146 s.
3) İnan.N. & Taslı, K., 2009 (II. Baskı), Tarihsel Jeoloji, Mersin Üniversitesi Yayınları, No. 15.
4) www.redlist.org/info/gallery.html
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın 204. sayısında yayımlanmıştır.