Cinnet ve bilimsel gerçekler

Yazan
Eliz Volkan
Yazının Okunma Süresi
15 dakika

Google arama motoruna eğer bugün, şu anda ‘cinnet’ yazarsanız, sadece haberler kısmında yaklaşık 0.26 saniye gibi çok kısa bir sürede, karşınıza yaklaşık 333.000 ilintili haber çıkmaktadır. Dahası, bu sayı siz ‘yenile’ tuşuna her bastığınızda artış gösterecek ve çoğunlukla bir ve/veya birkaç bireyin yaralanması ve/veya ölmesi ile biten birçok haber daha karşınıza çıkacaktır. Cinnet kavramına bu haberler ışığında bakacak olursak, bu kavramın genellikle bir durum olarak gösterildiğini, yani, geçici veya anlık bir süreçten ibaret olup, sonucunda ‘cinnet’ durumundaki bireyin, karşı tarafa fiziki ve zihinsel hasar vermesi ile sonlandığını görmekteyiz.

Pek tabii böylesi yaygın kullanılan, ve kullanıldığında toplumsal ve neredeyse ortak bir algı uyandıran bu kelimenin, tam olarak ne anlama geldiğini, semantik ve teorik düzeyden ziyade, deneyimsel olan anlatılar ile anlamlandırmamız şaşırtıcıdır. Türk Dil Kurumu’na göre, cinnet, delilik olarak tanımlanmaktadır. Psikolojik kavramına bakacak olursak, ‘cinnet getirme/cinnet geçirme’ kavramlarının bazı durumlarda kullanılsa (Öztürk, 2014) bile, Türk literatüründe, cinnet durumunu açıklayan bilimsel çalışmalara rastlanmamış, aynı zamanda ‘cinnet geçirme’ durumunun bilimsel olmayan verilere dayandığı gözlemlenmemiştir. Kavram, tam da bu yüzden, daha ziyade ‘deneyimlenebilen’ bir durum olarak açıklanabilmektedir. Örnekleyecek olursak, Öztürk’ün (2014) tez çalışmasında kullandığı, ‘cinnet durumu’nu yaşadığını iddia eden bir birey, deneyimsel olarak bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:

‘… İkisini de tıktım mutfağa, dedim ikinizi de doğrarım. O arada ne oldu bilmiyorum, kesin doğruycam. Öfkeyi kontrol etmeyi bilmemek çok kötü. Çünkü ben daha önce kendimi bıçakladım birkaç defa. Ayağımın bir tarafından soktum, öbür tarafından çıktı…’ (Öztürk, 2014, s. 229).

    Bu açıklamadan da görülebileceği gibi, ‘cinnet hali’ denilen durumun, aslında bireyin kendisinden soyutladığı bir durum olarak yaşandığı ve dahası, bu durumun bireyin kontrolü dışında gerçekleştiği algısı tarafından pekiştirildiği ve nedenlendirildiği gözükmektedir. Ancak, bu ve benzeri çıkarımları yapmak, durumun kavramsal boyuttaki anlatım eksikliğinden doğan bir dizi sorunu da beraberinde getirebilir, ve bu sebepten de çıkarım yapmak risklidir. Durumu açıklamayı daha az riskli ve daha sağlıklı bir noktaya taşımak için ise, günümüz teknolojisinden ve kuramlarından yola çıkarak, psikoloji bilimine başvurmamız gerekmektedir. Eski çağlarda sanıldığı üzere, ‘anormal’ (normal eğrinin dışında kalan) olarak kategorize edebileceğimiz birçok birey, ‘içlerine şeytan kaçmış’, ‘lanetlenmiş’ veya ‘cadılaşmış’ değil (Hart, 1925), psikotik ve/veya nevrotik semptomlar gösteren bireyler olmaktadır. Bu sebepten, ilk önce yukarıdaki örnek vb. durumları ve haberleri ‘cinnet’ bağlamında açıklayıp, soyut kavramda harmanlayıp, sözde bilimi yüceltmek yerine, bunu bir anormal davranış olarak algılayıp, sendromu formülasyonla şekillendirip, bu atağın arkasında yatan biyopsikososyal faktörleri, bilimsel yollar ile incelemeye odaklanılmalıdır. Aksi halde, bu sözde bilimsel ve toplumsal yeri olup, bağlamsal değeri düşük olan durumlar hem tanı hem algı hem de davranışta sıkıntılar yaratmaya devam edecektir.

Davranışsal olarak yaratılan sıkıntılardan ilerleyecek olursak, yukarıdaki örnek ve benzeri durumlarda yapılan nedensel açıklamalar ve bireylerin anlık öfkelerinin, kendi kontrol mekanizmalarının dışında geliştiğine dair inançları olduğuna sıkça rastlanmaktadır (Hearn, 1998). Bu nedensel açıklamalar ve mantığa bürüme hali, aslında bireylerin çoğunlukla kendilerini haklı gösterme çabası olarak da yorumlanabilmektedir (Öztürk, 2014). Bu çaba, içerisinde bulunduğunuz sosyal ortama, sahip olduğunuz kalıtımsal faktörlere ve geliştirdiğiniz zihinsel süreçlere göre desteklenip, pekişebilir veya desteklenmeyip, yok olmaya bırakılır. Dolayısı ile yaşadığımız coğrafya, içerisinde bulunduğumuz toplum ve adapte olduğumuz kültürel kodlar, tüm bu ‘cinnet hali’nin ve doğuracağı sonuçların alt tabanını oluşturmaktadır. Kısacası, durum biyopsikososyal altyapı esas alınarak incelenmelidir. İlk kısımda bahsedilen haberlere bakacak olursak, Türkiye Cumhuriyeti’nde, ‘cinnet geçirme’ durumunun çoğunlukla aile içi şiddet ilintili haberlerde karşımıza çıktığını görmekteyiz. Ek olarak, yukarıda örneklenen durumda da (Öztürk, 2014), bir kocanın, karısına ve annesine karşı olan ‘anlık öfke’ hali belirtilmekteydi. Artık neredeyse toplumun duyarsızlaştığı bu ve benzeri haberler göz önünde bulundurulduğunda, biyopsikososyal çerçevede, ‘anlık öfke’ halinin eşler arasında yaygın olarak görülmekte olduğunu ve bu sebeple kabul edilebilirliğinin kolaylaştığını gözlemleyebiliriz (Ibid, 2014). Dahası, böylesi medyatik ve toplumsal dikkat çeken haberler, olası bir duyarsızlaştırmaya sebebiyet verdiğinden ve bu tip trajedileri, ‘cinnet geçirdi’ nedeni ile sunup ‘normalleştirmeye’ katkı yapabildiğinden, bu tarz haberler izleyici/okuyucuya sunulurken hassas ve özenli davranılmalıdır. Aksi halde, bu ve benzeri olayların normaleşmesi ve/veya kabul edilebilirliğinin artması, toplum açısından sıkıntılı olmakla birlikte, gelecek kuşaklar için risk faktörü oluşturmaktadır.

Psikolojik olarak sıkça araştırılması beklenirken, cinnet durumunun alt yapısı, yani nevrotik ve/veya psikotik ataklar ile ilgili çalışmaların literatürde eksik olduğunun gözlemlenmesi, gelecek dönemde yapılacak çalışmalara ışık tutması beklenmektedir. Dünya literatürüne göz gezdirildiğinde ise, ‘cinnet geçirme’ halinin tam bir karşılığı olmamakla beraber, toplu katliam (bir seferde 3 ve fazla bireye zarar vermek) ve benzeri cinayetler yapan bireylerde sıklıkla Şiddet Paranoyası Spektrumu üzerinden tanı verildiği gözlemlenmektedir (Knoll & Meloy, 2014). Bu tip cinayetler, aile de dahil olmak üzere, çeşitli tiplerde olabilmekte ve tarikat cinayetleri ve benzeri diğer suçlar da bu sınıflandırmaya dahil edilmektedir (Mullen, 2004). Tam da bu noktada, şöyle sorular ortaya çıkmakta: Kimler, neden ve nasıl bu cinayetleri gerçekleştirebilen insanlara dönüşüyor? Bir anlık bir duygu/durum değişikliği, bu durumu açıklamak için yeterli midir? Kişilik oluşumuna bakılırsa, bu bireyleri diğer bireylerden ayıran faktörler var mıdır? Var ise, bunlar nelerdir? En önemlisi, bu bireylerin beyin kimyası diğer bireylerden farklılaşmış mıdır? Bu yazının devamında bu soruların cevapları aranacaktır.

Belirtilen durumlar gibi anormal davranışlar sergileyen bireylerin, ‘cinnet geçirme’ sürecinde, eskiden düşünüldüğü gibi daha mistik güçlerin yordadığı, şeytani sebeplerden oluşan bir sendrom değil de, genel olarak paranoya yaşayan bireyler olduğu düşünülmektedir (Knoll & Meloy, 2014). Paranoid Kişilik Bozukluğu (APA, 2013), paranoya halinin en yaygın olarak gözüktüğü psikopatolojik durumdur (Vyas & Khan, 2014). Ek olarak, paranoya, toplum içerisinde sanıldığından çok daha fazla görüldüğü düşünülen bir bozukluk olup, çok yaygın tespit edilememesinin sebebinin paranoid belirtiler gösteren bireyler genelde çevre ile çatışmadığından olduğu düşünülmektedir (Saygılı & Çalışkan, 1991). Paranoya, belirtilen kitle cinayetleri ve benzeri durumların psikopatolojik olarak algılanmasına ışık tutabilen bir sendromdur. İçerisinde 5 farklı toplu katliam örneği barındıran, ve bu katliamların katil profillerinin incelendiği bir araştırmada (Mullen, 2004) sunulan veriler, yukarıda belirtilen sorulara ışık tutar niteliktedir. Bu çalışma sonucunda, katiller arasında çeşitli ortak özellikler ve bir dizi tarihsel etkenler bulunmuştur (Tablo 1). Bahsi geçen ortak özellikler aşağıdaki tabloda gösterildiği şekilde özetlenebilir:

Tablo 1: Toplu katliam gerçekleştiren katillerin ortak özellikleri

Mullen’e (2004) göre toplu katliam gerçekleştiren katillerin ortak özellikleri ve tarihçelerindeki benzerlikler

  1. Çocuklukları boyunca zorbalığa maruz kalmış veya tecrit edilmiş olmak.
  1. Sosyal ortamlardan kopmak, yabancılaşmak, yalnızlık ve sosyal umutsuzluk hissetmek.
  1. Şüphelenmek ve kin tutmak gibi paranoid özellikler sergilemek
  1. Dünya görüşünün paranoya tabanında gelişmesi; reddedilmeyi ve umursanmamayı beklemek
  1. Geçmişteki aşağılanmalar ile alakalı ruminasyonlar kurmak ve kırgın hissetmek
  1. Oluşan ruminasyonlardan intikam tabanlı fantaziler kurmak

Yukarıdaki tabloda görüldüğü üzere, bu tip bireylerde bir takım ortak özellikler bulunmaktadır ve sunulan bu özellikler, aslında konunun daha eski dönemlerin algısı ile ‘cinnet’ klasmanından çıkıp, biyopsikososyal çerçevede incelenmesi gerektiğinin altını çizer niteliktedir. Hatta, bu tip cinayetlere katkıda bulunan faktörler çok çeşitli olduğundan, biyopsikososyal modeli kullanarak, durumun etiyolojisini araştırmak hem tanı hem tedavi hem de rahatsızlığın gelişimini anlamanın en işlevsel yoludur (Aitken, et. al., 2008).

Bu modele daha yakından bakıldığında, durumu biyolojik, psikolojik ve sosyal faktörler açısından, üç ana başlıkta incelediğini ve bu üç ana faktörün homojen ve heterojen etkilerinin bir arada ele alındığını gözlemleriz. Biyolojik faktörlere bakıldığında, olası bir beyin patolojisi ve/veya psikiyatrik bir bozukluk (ör.: depresyon), bahsedilen durumun oluşmasına katkıda bulunabilir. Örneğin, Zinkstok ve arkadaşlarının (2007), şizofreni bozukluğu (yaygın paranoya görülür) olan bireylerin, genetik faktörler ışığında şekillenen beyin anatomilerine baktıkları çalışmada, bilateral frontal alan yoğunluğunun, sağlıklı bireylere kıyasla daha az olduğunu göstermişlerdir. Beyindeki bilateral frontal alan, bireydeki yönetici işlevlerden sorumlu çok önemli bir alan olup, başta işleyen bellek ve karar verme mekanizmaları gibi birçok bilişsel fonksiyonun yordandığı kısımlar olmaktadır. Bu nedenle de rahatsızlığın olası biyolojik bir durumla olabilecek bağlantısı çok büyük önem taşımaktadır. Dahası, paranoya tabanlı şizofrenik bozukluklarda, beyindeki anatomik bağlantıların, sağlıklı örneklemlere kıyasla daha düşük olduğu (özellikle orta temporal girus) ve birçok bağlantının farklılaşmış olduğu (özellikle talamus – beyindeki duyusal aracı istasyon) saptanmıştır (Skudlarski, et al., 2010). Aynı çerçeveden bakıldığında, bireyin oluşabilecek olumsuz ve kırılgan benlik algısı ve bir takım şiddet ve intikam içeren fantazilerin varlığı psikolojik faktörleri oluşturabilir. Sosyal faktörler ise yatkınlık noktasında incelenebilirken, akranlar ve sosyal çevre tarafından gelebilecek olası dışlanma, ve/veya sosyal destek yoksunluğu bu ve benzeri rahatsızlıkların oluşmasına zemin hazırlayabilir (Knoll & Meloy, 2014).

Bireysel ortak özelliklere ek olarak, paranoid bozukluklar incelendiğinde de psikopatolojik bir takım ortak özellikler bulunduğu gözlemlenmektedir. Eski ancak halen etkili olan bir çalışmada Retterstol (1966), paranoyada baskın olan hezeyan durumunun %8 referans, %12 perseküsyon, %3 hipokondriasis, %54 kıskançlık, %8 cinsiyet ve %15 büyüklük (Saygılı & Çalışkan, 1991) tipinde olduğunu göstermiştir. Bu verilerde en göze çarpan paranoyanın hezeyan karakteristiklerinden en çok rastlananının kıskançlık olduğudur. Bu noktada, yukarıda belirtilen çalışmaya (Öztürk, 2014) yeniden bakacak olursak, ‘cinnet geçirme’ hali nedenlemesinden, bireyin ‘kendisinin dışında bir kontrol mekanizması’ ile hareket ettiği sebebinden uzaklaşıp, durumun psikopatolojik boyutunu ve paranoyid tabanını daha fazla incelememiz gerektiğini yeniden gözlemleyebiliriz. Bu bağlamda, toplu cinayetlerden sorumlu bir katilin paranoyid spektrumu incelendiğinde de belirli bilişsel aşamalar gözlemlenmiştir (Tablo 2).

Tablo 2: Meloy ve Knoll’a (2014) göre paranoid spektrumda bilişsel süreç ilerlemesi

Paranoid spektrumda bilişsel süreç aşamaları

Aşama 1: Algı

Tehdit algısı ve zulüm beklentisi

Benlik algısının yetersizliği

Aşama 2: Niyet (tefekkür)

Tehdidin güçlü olması

Tehdide karşı hakimiyetin olmaması

Aşama 3: Karar verme

Dışarıdan gelebilecek yardımı, uzlaşıyı kabul etmeme, arzulamama.

Umudunu yitirme, intikam fantazisine güvenin artması

Aşama 4: Çözümleme

Gerçekliğin ortadan kalkması, fantazinin gerçekleşmesi (ör.: hereşeye gücü yetmek)

Katliamı planlama, malzemeleri edinme

Hedeflenen şiddet eğiliminin gerçekleşmesi

 

Özetleyecek olursak, toplu katliamlar ve benzeri cinayetler ile sonuçlanabilecek bu rahatsızlık, toplumsal algıdaki ‘cinnet geçirmek’in ötesinde irdelenmeli ve alt faktörler biyopsikososyal çerçevede incelenip, durumu psikopatolojik bir bozukluk olarak kabullenmek gerekmektedir. Dahası, psikopatoloji, biyolojik değişimler, travmatik süreçler ve sosyal çevre ile ilişkili yoksunluk gibi faktörlerin hızlandırıcı faktörler olduğu düşünülmektedir (Knoll & Meloy, 2014). Ancak, yukarıda sunulan birçok veri incelendiğinde, heterojen bir yapının var olması ve alandaki çalışmaların azlığı, konu ile alakalı sağlıklı bir neden-sonuç ilişkisi sunmayı engellemektedir. Bu sebepten, konu ile ilgili çalışmaların artması ve gösterilen ‘karmaşık etkileşimli’ birçok sebebin varlığı incelenmesi, bu yazının temennisidir.

 

Kaynaklar

American Psychiatric Association. (2013). Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders (5th. ed.). Washington, DC.

Aitken, L., Oosthizen, P., Emsley, R., & Seedat, S. (2008). Mass murders: Implications for mental health professionals. International Journal of Psychiarty. 38 (3), 261-269.

Hart, B. (1925). The Psychology of Insanity. Cambridge: University Press.

Mullen, P. (2014). The autogenic (self-generated) massacre. Behavioral Sciences and Law. 22 (3), 311-323.

Saygılı, S., & Çalışkan, M. (1991). Toplumda zaman zaman sansasyonlara neden olan mistik hezeyanlı bir paranoya vakası. Düşünen Adam. 4 (2), 37-39.

Skudlarski, P., et al. (2010). Brain connectivity is not only lower but different in schizophrenia: A combined anatomical and fucntional approach. Biological Psychiatry, 68, 61-69.

Vyas, A. & Khan, M. (2014). Paranoid Personality Disorder. The American Journal of Psychiatry Residents’ Journal. 9-11.

Psikoloji