Ütopyada Ankara, Ankara'da ütopya

Yakup Kadri’nin Ankara’sının çok sevdiğim ve doğruluğuna hayran olduğum baş taraflarını okurken içim burkulmuştu.

Ahmet Hamdi Tanpınar (Beş Şehir)

Tanpınar’a göre, Ankara romanın başlarındaki iç burkan eski Ankara tasvirleri “keskin bir realizm" taşıyordu. Realizmden bahsederken Tanpınar’ın romandaki üç bölümden ilkini öne çıkarması rastlantı değildir. Gerçekten de Ankara'nın ilk bölümündeki realist anlatım, (ikinci bölümdeki politik yerginin ardından) üçüncü bölümde yerini romantik ve düşsel bir anlatıya bırakır; gerçekçi olan ile düşsel olan arasındaki karşıtlık romanın biçiminde bir uyumsuzluk doğurmuş ve romanın ilk bölümdeki gücünü zayıflatmıştır (1). Uyumsuzluğa yol açan üçüncü bölüm, Karaosmanoğlu’nun (kendi önsözündeki deyişiyle) “hayalini kurduğu” Cumhuriyet toplumunu ve 1937 ile 1943 arasındaki geleceğin Ankara'sını konu alır. Yazarın yalnızca 10 yıl sonrası için öngördüğü kurgu, mevcut durumun çok ötesindedir; ideal bir toplum tasarımını temsil eder.

Böylece Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 1934'te yayınladığı Ankara romanı, söz konusu üçüncü bölümde, düşsel ve ideal bir topluluğu sergileyen tam bir "ütopya" anlatısına dönüşür. Ankara ütopyasının kendine özgü yanları vardır. Düşlediği topluluk ve kentin niteliklerini, sürmekte olan Cumhuriyet devriminden devşirir; kurduğu hayale esin veren umudun kaynağı, yaşanmakta olan tarihsel dönüşümdedir.

Ne var ki romanda düşsel ve ideal olan ile gerçekçi olan arasındaki uyumsuzluk ve bunlar arasındaki geçişte göze çarpan acelecilik, kurulmakta olan yeni toplumdaki çatlakları ve çelişkileri de açığa vurmaktadır. Romandaki ideal tasarımla üzeri örtülen çatlaklar, aynı zamanda Karaosmanoğlu'nun bizzat içinden geçtiği tarihsel dönemi nasıl kavradığını ele verir. Üstelik Yazarın, hayallerini çok yakın bir geleceğe sığdırması, ütopya anlatısının bir edebi metin olmanın ötesinde, sıcak bir fikir mücadelesinin aracı olarak kaleme alındığına da işaret etmektedir. Buradaki fikir mücadelesi, daha somut olarak Karaosmanoğlu'nun başı çektiği Kadro hareketinin tarihsel rolüne karşılık gelir ve Ankara romanındaki ütopyacı itkilerin Kadrocu ideoloji ile bağlarını ima eder. Bu çerçevede, okuduğunuz yazı Ankara romanını tarihsel bağlamıyla ilişkisi içinde ele almayı ve Ankara'nın bir başkent olarak inşasına eşlik eden ütopya ile bu ütopyada kurgulanan düşsel Ankara arasındaki bağlantıları tartışmayı amaçlıyor.

Ütopyaların tarihselliği

Ütopyaların tarihselliğine odaklanan bir yaklaşım, ütopyacı itki ve fikirlerin toplumsal dönüşümde rol oynayan maddi bir güç haline nasıl geldiğini (ya da neden gelemediğini) açıklamaya çalışır (Moylan, 1992). Marksizmin ütopyacılıkla arasına koyduğu mesafeye karşın, ütopya yazınında tarihsel çözümlemeleri öne çıkaran güçlü bir Marksist damardan söz etmek mümkündür. Bloch, Benjamin gibi öncülerle başlayan bu yönelim, özellikle 90’lardan itibaren Krishan Kumar, Ruth Levitas gibi kuramcılarla güçlenmiştir. Bu çerçevedeki öncü kuramcılardan Mannheim (1936) ütopya tanımını “ideoloji” kavramıyla karşılıklı etkileşim içinde ele almıştır. Mannheim (1936, 173) toplumsal gerçekliği aşarak hakim düzeni kısmen ya da tümüyle yıkmaya yönelen fikirleri “ütopyacı” olarak tanımlar ve ideoloji-ütopya ayrımını bu sav üzerine kurar. Onun terminolojisinde ideolojiler de ütopyalar gibi verili durumla uyumsuz görünür; fakat ideolojiler gerçekliğin çarpıtılmış bir görünümüne yol açan ve takipçilerine yanlış-bilinç aşılayan fikirlerden oluşurken, ütopyalar çağının ihtiyaçlarına yanıt verebilen, böylece mevcut düzenin temellerini sarsma gücüne sahip fikirlerden oluşur. Bu çerçevede Mannheim ideoloji ve ütopyayı toplumsal gerçekliği dönüştürebilme ölçütüne göre ayrıştırır. Bununla birlikte tarihsel olarak bu iki eğilimin hiçbir zaman yalıtık olarak bulunmadığını ve iç içe geçerek birbirlerini etkilediklerini de özellikle vurgular (Mannheim, 1936, 183).

Bir diğer Marksist yazar Wegner (2002) ütopyaların ulus-devletin kuruluşundaki rolünü tartışırken benzer bir çerçeve çizer. Ütopyalar gerçeklikten uzak görünseler de aslında içinde yaratıldıkları toplumsal gerçekliğe siyasal müdahaleler olarak yaratılır ve müdahalelerinde etkili oldukları ölçüde toplumu dönüştüren maddi bir güç niteliği kazanır. Wegner’in anlatımıyla, “düşsel topluluklar”;

“…dünyada fiilen mevcut yerleri betimlemeleri anlamında gerçek değillerdir, ama (…) maddi, pedagojik ve sonuçta siyasal etkilerinin olması, insanların dünyalarını anlama ve dolayısıyla eyleme geçme biçimlerini şekillendirmesi anlamında gerçektirler. Kısacası, ütopya anlatıları modern tarihin hem yapılmasının hem de anlatılmasının bir yolunu sunar ve bugün hala önemli olmaları burada yatar.” (Wegner, 2002, xvi)

Wegner’e (2002, xvi) göre ütopya anlatılarındaki düşsel topluluklar bir yandan ulusu meydana getiren modern öznenin inşa edilmesini, diğer yandan ulus-devletin ihtiyaç duyduğu yeni mekansallığın kurulmasını destekleyen bir eğitim mecrası işlevi görür. Bu eğitim, bir yandan okurları dünyalarından uzaklaştırarak, onların kendi gerçekliklerine dışarıdan bakma becerilerini geliştirirken, diğer yandan onların kendi toplumsal mekanlarının olanak ve çelişkilerini yeni ve eleştirel bir tarzda algılamalarını sağlar (Wegner, 2002, 2).

Sonuç olarak Wegner (2002), ütopya anlatılarının ulus-devletin oluşumundaki rolünü araştırırken, ele aldığı metinlerin ütopyacı öğelerini betimlemekten çok, siyasal bir müdahale olarak nasıl işlev gördüklerini ve dolayısıyla, Mannheim’in (1936) yaklaşımında olduğu gibi, tarihsel bağlamı saran ideolojilerle nasıl ilişkilendiklerini sorgular. Bu yönde bir sorgulamayla, ütopyanın içinden çıktığı toplumda neyi sorun olarak gördüğü ve nasıl çözmeye çalıştığına bakılarak, onun geleceği şekillendirmeye çalışırken geçmiş (tarihsel bağlam) tarafından nasıl şekillendirildiğini görmek mümkün olabilir. Öyleyse Ankara’nın, bir ütopya anlatısı olarak yarattığı düşsel topluluk ve düşsel kent aracılığıyla, içinden çıktığı topluma ve kente nasıl müdahale ettiği ve ondan nasıl etkilendiği soruları yanıtlanmayı beklemektedir. 

 

Ruh bütünlüğü olarak ulusun inşası

Türk Ütopyaları adlı kitabında, Türkçe yazının sanılanın aksine önemli ütopya örnekleri barındırdığına dikkat çeken Sadık Usta, Karaosmanoğlu'nun Ankara romanını Osmanlı’da Ziya Paşa ve Namık Kemal’le başlayan, Ali Suvai ve İsmail Gaspıralı ile devam eden, sonra da Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet gibi aydınlardan beslenerek Cumhuriyet dönemine uzanan ütopyacı geleneğin “doruğu” olarak tanımlar (Usta, 2014, 17).

Ankara romanı, yeni evlendiği kocasıyla İstanbul'dan Ankara'ya göçen Selma Hanım'ın yaşadığı kişisel dönüşümün etrafında gelişir. Romanın üç bölümü Selma Hanım'ın kendi benliğini bulma sürecindeki üç aşamaya karşılık gelir. Her üç aşamada vurgulanan tarihsel bağlam, Selma'nın evlilik hayatındaki değişikliklerle örtüşür. Bunlar aynı zamanda Ankara kentinin dönüşümündeki üç aşamaya denk düşmektedir. Savaş yıllarının yokluk içindeki eski kentinde başlayan roman, şatafatlı ve yüzeysel bir yaşamı barındıran Yenişehir’de devam eder. Yazımızın odağında yer alan ve romana ütopya niteliğini veren üçüncü bölümde ise Ulus-Yenişehir karşıtlığıyla bölünmüş Ankara’nın yerini, ruh bütünlüğüne sahip bir Ankara’nın aldığını görürüz.

Ruh bütünlüğü Kurtuluş Savaşı yıllarında geçen ve yazarın önsözündeki ifadesiyle “Milli Mücadele ruhunu belirtmeye çalıştığı” birinci bölümün ana izleğidir. Yazar ruh bütünlüğünü savaş yıllarındaki kasvetli Ankara'da vakarlı bir direnç içinde yaşayan “yerliler” ile bu dirence önderlik eden “yaban”ların bütünleşmesi olarak sergiler. Başlarda eski Ankara'nın kasvetinden kaçmaya çalışan Selma Hanımın çevresine bakışı giderek değişir. İstanbul özleminin yerini mücadeleye katılma isteği alır. Cephedeki hastanelerde hemşirelik yaparak savaşa katılır, kendi ruh bütünlüğünü “Milli Mücadele ruhu”nun parçası olmakta bulur (Karaosmanoğlu, 2011, 83-89). Bu süreçte kendisini yönlendiren Kuvayı Milliyeci Binbaşı Hakkı Bey ise bu ruhun somut bir temsili olarak gözünde gittikçe yücelecektir.

Sonuçta Selma Hanım, savaş karşısındaki kaçamak tavrı nedeniyle bankacı kocası Nazif Bey’den giderek uzaklaşacak ve sonunda ayrılacaktır. Romanın ikinci bölümü Binbaşı Hakkı Bey’le evlenen Selma Hanım’ın yeni kurulan Cumhuriyet’in yeni başkentinde, Yenişehir’deki modern yaşantısını anlatır. Fakat bu yeni yaşam Selma Hanım için büyük bir düş kırıklığıdır ve Karaosmanoğlu'nun önsözünden de anlaşıldığı gibi, bu aynı zamanda yazarın kendi düş kırıklığıdır.  

 

Yenişehir’in yergisi ve Ankara’nın imarı

"Yeni Ankara, o eski Ankara'nın bir mütekamil şekli olmak lazım gelmez miydi? O milli ateşin hararetinden bu buzdan şehir maketi nasıl çıkmıştı" (Karaosmanoğlu, 2011, 150).

Ankara romanının ikinci bölümüneki Yenişehir yergisine yoğun bir düş kırıklığı hakimdir. Üstelik bu, dönemin cumhuriyetçi aydınlarında paylaşılan ortak bir duygudur. Örneğin yukarıda alıntıladığımız eserinde Tanpınar (2000, 30) “her şeyi o kadar büyük ve cazip gösteren büyü artık gitmişti. Beş sene evvelin tarihini yapanlar, onun aydınlığından çıkmışlar, günlük şeylerin ışığında yaşıyorlardı. Yalnız Mustafa Kemal kendi lejander hayatına devam ediyordu” derken, bu düş kırıklığını yansıtır. Benzer şekilde Velidedeoğlu’nun anılarında savaş sonrası Mecliste değişen havayı ve vekiller arasındaki gruplaşmaları buluruz; milletvekilleri ve yüksek bürokratlarla iş bağlamaya çalışan iş takipçileri ve arsa spekülatörleri ile dolan kenti okuruz; özellikle de 1923’te Ankara’nın başkent olmasından sonra, kentte baş gösteren arsa edinme hırsının dönemin aydınlarında yarattığı düş kırıklığı belirgindir:

“1920’lerin ülkücü savaş coşkusu ve kurtuluş amacı, şimdi bir zafer gevşekliğine, bir “dünyalık edinme” hevesine dönüşmüştü. Benim bozkır yolculuklarında tanık olduğum Anadolulu sefaletini düşünen yoktu. Bu gözlem benim için gerçekten düş kırıcı ve üzücü oldu!...” (Velidedeoğlu, 1983, 141)

 

Kentin imar yönetiminde etkin sorumluluklar üstlenen Atay (1968, 482-95) da Çankaya kitabında spekülasyon konusundan vurgulu biçimde söz eder. Bu tür eleştirilerin kentin imar süreçleri üzerinde yoğunlaşması rastlantı değildir. Bu mekansal yergide öncelikle kişilerde yaşanan değişimin yarattığı düş kırıklığı göze çarpar. İlk bölümdeki savaş kahramanı Binbaşı Hakkı Bey şimdi karşımıza bir şirketin yönetim kurulunda meclisteki bağlantılarını kullanarak iş bağlayan, Cumhuriyetçi ideallerini özentili, yüzeysel bir batıcılığa indirgemiş, eşine karşı duyarsız biri olarak çıkar.

 

Ancak kişilerdeki dönüşümün ötesinde, yazar kentin yeni gelişen ıssız mekanlarını, eklektik ve özentili mimari biçimlerini, “benlik ve benlikçilik kaleleri” olarak inşa edilen evlerini de sayfalarca süren betimlemeleriyle eleştirir (Karaosmanoğlu, 2011, 127-131, 149-151). Yenişehir yergisinin en alaycı biçimini aldığı sayfalarda ise, arsa spekülasyonu ile hızla zenginleşen bir milletvekilinin evinin “boğucu bir kabus havası yaratan”, “hayret verici” iç mekanlarını okuruz (Karaosmanoğlu, 2011, 128-130).

 

Öyleyse en alaycı yerginin arsa spekülatörü milletvekili üzerinden yapılması boşuna değildir. Nitekim Yavuz'un (1952) da, Ankara imarının ilk kapsamlı tarihini yazarken, arsa spekülasyonu sorununu  özellikle Yenişehir'in imarı üzerinden merkez aldığını görürüz. Romanda Yenişehir lüks evleri, sosyetik yaşam biçimi ve arsa spekülatörleriyle, Selma Hanım'ın yaşadığı yabancılaşma duygusunu ve dönemin aydınlarının yaşadığı düş kırıklığını en güçlü hissettiren yerdir.

Sonuç olarak, Karaosmanoğlu (2011) 1926 Yenişehirini şiddetle eleştirirken anlattığı düş kırıklığına yol açan çıkarcı eğilimlerin en yalın haliyle kristalize olduğu yer Yenişehir’dir: “Çoğu arsa spekülasyonlarıyla, komisyonculukla, müteahhitlikle veyahut birtakım yüksek sinekür’lerle [arpalık] birdenbire en geniş bir maişet[geçinme] seviyesine varmış insanlardan mürekkep bu muhitte” (Karaosmanoğlu, 2011, 152)  Selma Hanım giderek yabancılaşır. Ankara Palas’ın açılışında bu huzursuzluk doruğa ulaşır (Karaosmanoğlu, 109-119). Baloya gelenleri izleyen köylülerle, baloya katılan Yenişehirliler arasındaki derin uçurum karşısında duyulan huzursuzluk, Selma Hanım’ı önceden tanıdığı idealist gazeteci Neşet Sabit ile yakınlaştıran ortak duygudur. Romanın son bölümünde sunulan ütopik Ankara, işte bu sınıfsal ayrışmadan duyulan huzursuzluğu ve “benlikçiliği” aşmaya yönelik arzuyu yansıtır.

 

ANKARA’DA ÜTOPYA ve ÜTOPYADA ANKARA

"Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü bayramında, Gazi Mustafa Kemal’in Türk milletine hitabesi, bir devir başlangıcının, bir yeni sabahın ilk işareti gibi olmuştu. Bu hitabe Türk milletini, ilim sahasında, bayındırlık ve iktisat sahasında, güzel sanatlar sahasında taze, şevkli ve toplu bir hamleye davet ediyordu." (Karaosmanoğlu, 2011, 171)

Ankara’nın üçüncü bölümü bu satırlarla başlar ve Atatürk’ün konuşmasını dinleme fırsatı bulan Selma Hanım ve üçüncü eşi Neşet Sabit’in duyduğu heyecan ve coşkuyu anlatarak devam eder. Bu duyguların aynı zamanda Karaosmanoğlu’nun, 10.Yıl Nutku'nu dinlerken yaşadığı kendi duyguları olduğunu tahmin edebiliriz. Öyle görünüyor ki, 10. yıl, bir yıl sonrasında Ankara’yı kaleme alan yazara, geleceğe dair ‘umut’ veren, bir anlamda ikinci bölümde anlattığı düş kırıklığını aşarak içini yeni arzularla dolduran bir uğrağı temsil etmektedir.

Romanın yayımlandığı dönem, modern bir toplum düzeninin devletin merkezî planlamasına dayanan iktisadi siyasalarla hızla inşa edilmeye çalışıldığı bir dönemdir. Keskinok (2010) bu süreçte uygulanan iktisadi ve mekansal planların getirdiği kazanımları açıkladığı makalesinde, bütünsel ve dengeli bir kalkınma perspektifi içinde, geri kalmış Anadolu bölgelerini öne çıkaran devletçi planlama siyasalarını, üretimi ülke ölçeğinde bütünleştirmeyi hedefleyen demiryolu ağını ve bunları tamamlayan kentsel planlama deneyimlerini sergiler. Ulusal, bölgesel ve kentsel düzeylerdeki planlı kalkınma çabası, bunun yanı sıra aydınlanma düşüncesini ve modern kültürü geliştirmeye yönelik hukuksal ve kültürel kurumlar ve İstanbul yerine Anadolu’nun merkezindeki Ankara’nın başkent seçilmesi ve modern kent planlama girişimleri aydınlanmacı ve modern bir perspektifi sergiler.

Sonuç olarak, dönemin kalkınma ve kültür siyasalarındaki yaklaşımlar göz önüne alındığında, Ankara romanındaki ütopyacı itkinin kaynakları genç Cumhuriyet'in akla ve planlamaya dayalı perspektifinde bulunabilir. Fakat romana esin veren bu perspektif pratikte çelişkilerle ilerlemiştir ve bu çelişkiler aynı zamanda romanın ütopyacı anlatı yoluyla aşmaya çalıştığı çelişkilerdir.

Örneğin Jansen Planı uygulama sürecinin en başından itibaren özel çıkar arayışlarının baskısı altında, sapmalara uğrayarak ilerlediği görülebilir. Üstelik Karaosmanoğlu’nun karikatürünü çizdiği 1926 Yenişehirindeki arsa spekülasyonu, kişisel çıkar hırsı ve bunların siyasi çevrelerle bağlantıları gibi olgular, Jansen Planı’nın uygulamaya geçtiği 1930’larda azalmamış, tersine şiddetlenerek artmıştır (2).

Kentsel siyasetin de ötesinde, devletçi siyasalar özel çıkarları baskılayan sermaye karşıtı bir tutum değil, tersine, 1929 Büyük Buhranı’nın sürdüğü bir dönemde, kapitalist sınıfı gelişmemiş bir ülkede, kalkınmayı ve iktisadi bağımsızlığı sağlayabilmek için başvurulan bir yoldu. Bu doğrultuda devlet yatırımlarına eklemlenen özel yatırımcıları teşvik ederek bir milli sermaye birikimi yaratmak da devletçiliğin amaçları arasındaydı (Boratav, 2003, 65). Nitekim Cumhuriyet rejiminin kapitalist niteliğine ilişkin yorumunda, Yalçın Küçük (1971, 250), 1940’ta “sıcağı sıcağına” yazılmış diye nitelediği şu tespiti aktarır:

“Türkiye’de kapitalizm husumeti, başka memleketlerdekinden tamamen farklı bir hal arzeder. Ticarî şekil altında farklı bir hal gizleyen ecnebi sermayedarlığından nefret... Yoksa kapitalist rejimin muktazasından mesela serbest rekabet, arazi rantı veya faiz, asla fuzuli ve bertaraf edilmesi zaruri istismar vasıtaları addedilmiş değildir (Derin, 1940, 3)".

Oysa Karaosmanoğlu’nun serbest rekabet, arazi rantı, faiz gibi iktisadi unsurları "bertaraf edilmesi zaruri istismar vasıtaları" olarak gördüğü açıktır ve ikinci bölümdeki sert eleştirileri bunlardan duyduğu nefretin anlatımıdır. Dolayısıyla, üçüncü bölümde sergilenen ütopya bu zararlı unsurların bertaraf edilmesi için duyulan arzuyu açığa vurur. Ve bu çabanın tam da Hegel’in, Platon’un Devlet ütopyasına yönelik yorumuyla ortak bir payda taşıdığı söylenebilir: 

“Hegel, Platon’un Devlet’te ütopik bir kent kurmamış olduğu düşüncesindeydi. O sadece tam da çökmek ve ortadan kaybolmak üzere olduğu bir anda antik kentin gerçekliğinin ayrıntılarına inmiş, İdeasını ele geçirmişti. Antik kentten, onu içerden yıkan ve onun çöküşüne yol açan bireyciliğin huzursuzluğunu saf dışı etmeye çalışmıştı. Hiçbir felsefe kendi çağını aşamaz, ya da Hegel’in söylediği gibi hendeği atlayamaz.” (Hyppolite, 1955, 150).

Karaosmanoğlu’nun yüzü geçmişe değil ileriye dönük olsa da, sonuçta Karaosmanoğlu, bu yeni kuruluşun “idea”sını (kendi terimiyle “Milli Mücadele ruhunu”) vücuda getiren ulusal topluluğu ayrıştırma tehdidi taşıyan ve sürmekte olan devrimin ateşini soğutup içeriden onu yıkabilecek bir gizilgücü, “bireyciliğin huzursuzluğunu saf dışı etmeye” çalışmıştı, Hegel’e göre Platon’un ‘Devlet’te yaptığı gibi.

Sonuç olarak, Ankara’nın ikinci bölümünde Selma Hanım’la Neşet Sabit’in paylaştığı iç sıkıntısı bu huzursuzluğun ifadesidir ve aynı zamanda üçüncü bölümün merkezindeki izleğin kaynağıdır: Cumhuriyet devrimlerinden bireyciliğin, yazarın ifadesiyle “benlikçiğin” saf dışı edilmesi.

Karaosmanoğlu bu izleği farklı düzlemlerde işlemiştir. İlk olarak vurgulanan, kentin yurttaşlar tarafından bir bütün olarak sahiplenilmesidir ve özel mülkiyeti yadsımamakla birlikte onun kamusallığın içinde eritilmesi gerektiğini ima eder. Selma Hanım için yol üstündeki her bina onun mülkü, her yeni dikilen ağaç onun bahçesinden alınmış bir fidandır:

“Öyle ki, güya, Ankara onun kendi evi, Ankara’nın yapılması ve gelişmesi onun kendi davası idi. Bunu böyle telakki etmeyenlere veyahut bu umumi ve ihtiraslı dava içinde şahsi menfaatlerinin çukuruna saplanıp kalmış olanlara acıyarak bakıyordu. Çünkü, böyleleri, ona, 1926 Yenişehir sakinlerini hatırlatıyordu.” (Karaosmanoğlu, 2011, 177).   

Selma Hanım, 1926 Yenişehir günlerini, yazarın ifadesiyle, “tiksinerek” anmaktadır  ve oraya yıllardır ayak basmamıştır (Karaosmanoğlu, 2011, 177). Bir kısım büyük evlerin elçiliklere satıldığını, sahiplerinin de İstanbul’a taşındığını duymuştur. “Zira, İstanbul, bütün manasıyla bir zevk ve safa merkezi, bir turizm şehri, bir kozmopolit liman halini almıştı”. Otellerin, barların, gazinoların, eğlence yerlerinin turistik merkezi İstanbul’un tersine, Ankara senfonik konserlerin, yerli dans ve folklor havalarının çalındığı, opera ve tiyatroların oynandığı bir kültür merkezidir. Bir başka deyişle, Yenişehir’deki sosyetik hayat, batı özentisi dans baloları vs. İstanbul’a ötelenmiştir.

Kentsel yaşamın ötesinde, bireyci eğilimlerin asıl yadsındığı ölçek bir bütün olarak ülkenin iktisadi yaşamıdır, bunun yöntemi ise eğitimdir. Yeni yetişen gençlikte tarih bilgisi "bir kuru malumat değil, bir milli şuur ve iktisat savaşçılığı, bir tabii kabiliyettir" (Karaosmanoğlu, 2011, 180):

“Yeni Türk neslinin idrakında artık sınırla gümrük birer eş kelime oldu ve millet iktisadiyatı prensiplerine aykırı hareket edenlere bir asker kaçağı, bir bozguncu gözüyle bakılmaktadır. Hele, bu yüksek gayeyi halk ve devlet sırtından zengin olmak manasına alanların ve bir zamanlar kendilerine milli teşebbüs erbabı namını verenlerin herkes indinde birer galat-hilkatten [yaradılış yanlışı] farkı yoktu. Bu gibiler, kazandıkları, paraları hep Avrupa’da gizli gizli yemeye gidiyorlar ve bazen gittikten sonra artık hiç geriye dönmüyorlardı.”          

Böylece Karaosmanoğlu, Çulhaoğlu’nun (2003, 86) dikkat çektiği gibi o dönemde görebildiği Türkiye burjuvazisini bir galat-ı hilkat [yaradılış yanlışı] saymakta ve yurtdışına havale etmektedir. Nitekim yukarıda değindiğimiz arsa spekülatörü milletvekili Murat Bey de servetini yiyebilmek için Avrupa’ya gidenlerdendir. Dolayısıyla gerek üretim araçlarının özel mülkiyeti üzerinden emek sömürüsüyle, gerekse toprağın özel mülkiyeti üzerinden rantla kazanılan servete Ankara ütopyasında yer yoktur.

Özetle, ikinci bölümdeki huzursuzluğun kaynağı olarak işlenen kişisel çıkar hırsı ve bireycilik, üçüncü bölümde saf dışı edilmektedir. Karaosmanoğlu böylece devrim sürecinin altını oyan eğilimleri etkisiz kılarken, bir yandan da “bir kız müessesini idare eden” Selma Hanım ve “İçtimai Mükellefiyet Teşkilatının durup dinlenmek bilmeyen üyelerinden” Neşet Sabit’in yaşantıları aracılığıyla, hayalindeki toplum tasarımının öğelerini tanıtır. Basın, sinema, tiyatro, sanayi, işçiler, eğitim, gençlik, kadınların toplumsal yaşamdaki yeri, kamusal yaşam, kır-kent ilişkisi, köylülük-tarım, kooperatifçilik, kırsal ve bölgesel kalkınma ve bunların temeli olarak devletçi iktisat; uyum içinde işleyen tüm bu bileşenleriyle düşsel topluluğun ana hatları sırayla anlatılır (Karaosmanoğlu, 2011, 179-84).

 

Ütopyadaki Ankara ve düşsel topluluğun tasarım öğeleri

Aklın ve bilimin hakim olduğu bir toplumda sanayi de “adeta maddeye can veren bir fantasmagoria gibi” Selma Hanım’ı hayrete düşürmekte; “makinalar, idrak ve irade sahibi mahluklar gibi” işlemekte ve bunların yaradanı olan insan, eşya ve tabiat üstünde hüküm sürmektedir. Makine ve aklın gücüyle donatılan işçiler; 

“Türk işçileri, Türk mühendisleri, Avrupa’daki arkadaşları gibi bedbaht değildiler. Eski Roma’nın esir sürüleri gibi bin bir mihnet ve cefa altında, bin türlü mahrumiyetle ruhları ve suratları ekşimiş, içkiden açlıktan bütün insani faziletlerini kaybetmiş Avrupa proleteryasının sefalet ve felaketinden Türkiye’de eser görülmüyordu. Türkiye’de işçiler birer devlet memuru idi ve yüreklerinde bir devlet memurunun haysiyetini, vekarını, mesuliyetini taşıyorlardı. Başlarında patron diye bir bela yoktu. Kimsenin esiri değildiler.” (Karaosmanoğlu, 2011, 183)

Bu noktada altı çizilen bir konu da kadınların, çalışma hayatı ve üretim örgütlenmesinin etkin üyeleri olarak toplumsal yaşamda erkeklerle eşit konumda yerlerini almalarıdır. Böylelikle burjuvazinin aç gözlülüğünü Avrupa’ya havale eden yazar, işçilerin de Avrupa işçi sınıfı gibi burjuvazinin esiri olmaktan kurtulduğunu düşler. Türkiye, Avrupa kapitalizminin tarihindeki çileli aşamalardan geçmeden sanayileşmiş, çatışan sınıflara ayrışmadan bütünleşmiş, özel mülkiyet kurumuna müdahale etmeden emek sömürüsünü ortadan kaldırmıştır.

Üretimin örgütlenmesindeki başarı ise yukarıda açıkladığımız Cumhuriyet dönemi devletçi planlama perspektifini daha köktenci bir düzeye taşıyan bütünsel ve akılcı bir planlama yoluyla sağlanmıştır. Ulusal ölçekte "yurdun iktisadi haritası" çizilmiş, bu haritada "Anadolu muhtelif istihsal mıntıkalarına ayrılmış" ve böylece bölgesel ölçekte "her mıntıka ahalisinin fonksiyonları muayyen planlara göre tespit edilmişti" (Karaosmanoğlu, 2011, 223). Öztürk'e (1992, 22) göre burada Kadro'nun önemli tezlerinden biri olan "rayonlaştırma" fikrine gönderme yapılmaktadır (3). Böylece ülke ve bölge planlarıyla ulus mekanı örgütlenirken, köylü sorunu da aynı kapsamda çözülmüştür. Köylüler kooperatif şubeleriyle toplulaştırılmış, örgütlü bir şekilde tarım yapmakta ve ürünlerini eskisi gibi “yalnız dışarıdan gelecek muktedir, serseri tüccarın yolunu gözlemeden” (Karaosmanoğlu, 2011, 225), Anadolu’nun bölgelerini birbirine bağlayan, devlet tarafından “rasionel bir şekilde düzenlenmiş” (Karaosmanoğlu, 2011, 186) bir pazar sistemi içinde satmakta ve hepsi emeklerinin mükafatını görmektedir. Hayvancılık ise büyük devlet çiftliklerinin geniş otlaklarında, yine devletin örgütlediği kumaş sanayisiyle eşgüdümlü bir şekilde yürütülmektedir (Karaosmanoğlu, 2011, 224). 

Peki bunlar nasıl başarılmıştır? İlkin 1920'de başlayıp 1926’dan 1937’ye sıçrayan, buradan 1933’teki parlama anını hatırlayıp ilerleyen ve 1943’te 20. Yıl kutlamalarıyla sonlanan romanda sıçrama öncesine ilişkin çok az bilgi verilir. Karaosmanoğlu, “her şeyin Selma Hanım’ın zannettiği gibi öyle birdenbire değişmediğini” belirterek, yaşanan atılımı iki temel sürecin başarısına bağlar. Bir yanda, “1928 harf inkılâbıyla beliren ve tarih, dil hareketleriyle kıvamını bulan bir fikir ve ilim uyanışı” gerçekleştirilirken, diğer yanda “milli kurtuluş prensiplerine dayanan bir iktisadi kalkınma savaşının alıp yürümesi” sonucunda devrimci bir atılım sağlanmıştır (Karaosmanoğlu, 2011, 179). Maddi çıkar peşinde zenginleşen bireyler ise mülkiyet ilişkilerindeki bir devrimle değil, ahlaki değerlerin gücüyle yalıtılır, ötelenir ya da dışlanır. Dolayısıyla atılımın kaynağı bir toplumsal bilinç sıçramasıdır. İşçisi, köylüsü, bürokratıyla, sanatçı, gazeteci ve yazarlarıyla bütün toplum Gazi’nin önderliğinde, ortak bir bilinçle, ortak değerlerle ve kalkınma yönünde hareket etmektedir.  

Karaosmanoğlu, yukarıda özetlediğimiz bütün bu toplumsal dönüşümün gündelik yaşamdaki görünümlerini anlattığı ölçüde ütopyasını kentselleştirir. Ankara şehri arzulanan toplumsal bilincin hem en güçlü imgesi hem de yaşam alanıdır. Öncelikle sanat ve kültürün kamusal yaşamın merkezi olduğu bir kenttir bu. İnsanlar boş zamanlarını evlerinde değil, “bin türlü cazibeler dolu olan Ankara şehrinin spor ve kültüre  yönelik umumi eğlence yerlerinde geçirmeyi” tercih etmektedir. Kentin geçirdiği mekansal dönüşüm ise 1934’te henüz uygulamasının ilk aşamalarında olan Jansen Planı’nın sonuçlarına vardırılmasıyla betimlenir (Resim 1):      

“Gerçi Jansen planına göre açılmış olan ana cadde [Atatürk Bulvarı], henüz, herhangi bir Avrupa metropolündeki boulevard veya avenue’ler gibi işlek ve canlı görünmekten uzaktı. Fakat, bu ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan artık eser kalmamıştı. Çünkü, eski şehrin bir salyangoz izine benzeyen dolaşık, çapraşık sokaklarında dağılıp kaybolan halk, şimdi, belli başlı birkaç muntazam mahallede toplanmış bulunuyordu. Kale içinde ve eski hanların ücra ve karanlık kovuklarında sinmiş yerli esnaflar (…) toplu bir tarzda, bu yeni ve merkezi mahallelere gelip birtakım modern binalara, dükkan ve mağazalara yerleşmişlerdi.” (Karaosmanoğlu, 2011,176)

Resim 1. Solda, Jansen’in Ankara Planı. Sağda, Jansen Planı'nın şematik kurgusu. Şema Keskinok'tan (2010, 182)  Türkçeye çevrilerek elde edilmiştir.

Kentteki dönüşümlerle biçimlenen sonuç, kadınların, erkeklerin, gençlerin, kamusal yaşamın canlılığında kaynaştığı, 1926 Yenişehirindeki “buzdan şehir maketi” etkisinin kırıldığı ve yerlilerle yabanlar, kentle kır arasındaki keskin ayrışmanın ortadan kalktığı bir tür bahçe şehir ütopyasıdır. Bu anlamda da düşsel Ankara, Jansen Planı’nın sonuçlarına vardırılmasıdır. Karaosmanoğlu’nun düşlediği kentin en iyi özeti aşağıdaki pastoral tasvirde görülebilir (Resim 2):

“Selma Hanım’la Neşet Sabit’in Kaledibi’nin Cebeci’ye bakan yamacında geniş taraçalı bir apartmanda oturuyorlardı. Burası, sabahtan akşama kadar güneş içinde idi. Ve mahalleler birer anfiteatır halinde inşa edildiği için öndeki bina arkadakinin manzarasını kesmiyor, herkes kendi evinin penceresinden ufku seyrediyordu. Ve Ankara ufuklarında bakarken eskisi gibi insanların yüreğine bir gariplik çökmüyordu. Bilakis, göz alabildiğine uzanan yeşil tepelerin, ruha ferahlık veren bir munis enginliği vardı. Çünkü eskiden, baştanbaşa boş ve ıssız duran bu saha, birtakım küçücük, beyaz köycüklerle, birer kurdelâ gibi birbirine dolanan yollarla örtülüp şenlenmişti.” (Karaosmanoğlu, 2011, 186)

 

Resim 2. Solda, Jansen’in Bent Deresi üzerinde tasarladığı “banyo havuzu”: Karaosmanoğlu'nun “bin türlü cazibelerle dolu olan Ankara şehrinin umumi eğlence yerleri” diyerek düşlediği kamusal mekanlardan birisi. Sağda, Cebeci’de “spor meydanı”: Karaosmanoğlu'nun Selma Hanım ve Neşet Sabit'in evi için Kaledibi’nin Cebeci’ye bakan yamacında düşlediği "anfiteatır" biçimli mahallenin Jansen Planı’ndaki Cebeci'de karşılığı (Ankara Belediyesi, 1937, 24, 30).

Bu pastoral imge ile romanın sonundaki 20. yıl kutlamalarında coşkulu halkı bir araya getiren tören mekanının anıtsal imgesi düşsel Ankara’nın iki karşıt niteliğini oluşturur ve bu ikili nitelik Jansen'in Ankara için öngördüğü imge ile de örtüşmektedir (Resim 3).

 

Resim 3. Jansen Planı uygulama sürecinin yönetiminde yer alan Falih Rıfkı Atay ile bir dönem aynı evde yaşamış olan Karaosmanoğlu'nun Jansen Planı hakkında yakından bilgili olduğu varsayılabilir; yine de yazarın Jansen'in çizimlerini görüp görmediğini bilmek mümkün değil. Fakat Hermann Jansen'in Ankara İmar Planı için çizdiği bu kent imgeleri ile Karaosmanoğlu'nun Ankara ütopyası için betimlediği kent imgesi arasında güçlü bir koşutluk bulmak mümkündür. (Ankara Belediyesi, 1937, 32, 34).

Ütopyanın arka yüzü ve romanın arka planı

Sonuç olarak, Karaosmanoğlu’nun anlatısında, Ankara “bütün mânâsıyla bir Orfe masalını yaşamaya” başlamıştır (Karaosmanoğlu, 2011, 178). Fakat, ütopyanın bir de arka yüzü söz konusudur; geleceğe herkesi mutlu edebilecek ideal bir biçim vermekle, barındırdığı olası farklılıkları kısıtlı bir biçime indirgemek arasında hassas bir sınır vardır. İşte bu noktada ütopyanın arka yüzü; "karşı-ütopyacı eleştiri" zemin kazanır. Kumar (2000, 253) ütopya ve karşı-ütopyanın aynı yazın türünün iki yüzü olarak var olduklarını, birbiriyle çatışırken birbirini besleyen diyalektik bir gelişim sergilediklerini belirtir ve modern ütopya tarihini bu karşıtlık üzerinden yazar. Bu tarihin temel motifi, Harvey’in (2000, 199) ifadesiyle “yaratıcı serbestlik ile otorite ve kontrol arasındaki diyalektik”tir.

Söz gelimi, Karaosmanoğlu matbuatın işlevini, “milli gayelere ve milli göreneklere aykırı hareket edenlerin amme efkârı huzurundaki cezalarını ancak zekânın en keskin te’dip [terbiye] silahı olan istihza [kinayeli alay] ile veriyordu” diyerek anlatır (Karaosmanoğlu, 2011, 181). Ayrıca karikatürcüler, muharrirler, tiyatro yazarları da aynı işleve sahiptir. Sinemalar ise “halkın aşağı duygularına hitap eden, adi, bayağı ve zevksiz filmleri çevirmekten vazgeçmişler, bunun yerine milli davalara hizmet eden satirik [yergiye dayalı] ve epik filmler” yapmaya başlamışlardır (Karaosmanoğlu, 2011, 181). Örneğin Charlie Chaplin’in filmleri Şarlo'nun düşüp kalkmasına gülünen basit seyirliklerdir. Makbul olan filmlere verilen örnekte ise  “yeni bir demiryolu hattı üstünde ilk trenin işleyişini veya Seyhan sahasındaki pamukların Kayseri bez fabrikalarına gelip oradan beyaz patiska veya renkli basma halinde çıkışını gösteren milli aktüalite filmleri, sinema sallerini alkış ve sevinç çığlıklarıyla çın çın çınlatmaktadır” (Karaosmanoğlu, 2011, 181). Kısacası basın, sanat, eğitim gibi eleştirel düşünce zenginliğine ihtiyaç duyan toplumsal kurumlar, Ankara’da tek bir hedefe, milli davaya aykırı eğilimlerin bertaraf edilmesine yönelen işlevsel kurumlar olarak tasarlanmış gibidir.     

Bu bakımdan Naci’nin (2007, 74-77) Ankara romanı üzerine edebi eleştirisinni otoriterlik üzerine siyasal bir eleştiriye dönüşmesi rastlantı değildir. Kalkınma sorununun teknik bir mesele sayılarak siyasal boyutunun göz ardı edildiğini, “seçme, seçilme” gibi sözcüklerin hiç kullanılmadığını ve siyasi iradenin “tek şef”in önderliğine indirgendiğini vurgular. İşçi sınıfını ortadan kaldırmak için hepsi toptan devlet memuru yapılmış ama devletin sınıfsal içeriği değişmemiştir. Böylece Naci, yazarın faşizme özendiğini ima ederek eleştirisini noktalar.

Buna karşılık Boratav (2006, 207-19) ise Kadro hareketini “Kemalizmin radikal bir yorumunu yapmaya yönelmiş oldukça sistemli bir küçük burjuva radikalizmi” olarak tanımlamaktadır. Devletçiliğin resmi yorumundaki sistemsiz ve pragmatik görünüşü aşacak bir devletçilik sistemi ve bunun gerektirdiği ideolojik doktrini tanımlamayı amaçlamışlardır. Yaklaşımları “Türkiye’nin Batıdaki gibi sınıf karşıtlıklarının gelişmediği kendine özgü bir toplumsal yapısı olduğu” tezi üzerine kuruludur. Bu nedenle ne sosyalizmle ne de kapitalizmle yönetilebileceğini, esasen sınıf farkları çok derin olmayan bir sosyal yapıda sınıfların göreli durumlarının donmuş olarak kalacağını savunurlar. İşte devletçilik bu sınıfların birbirleri aleyhine gelişmelerinin öne geçerek, toplumsal bütünlüğü koruyacak olan sistemdir (Boratav, 2006).    

Tekeli ve İlkin’in (2003) Kadro dergisindeki yazılar üzerinde yaptığı ayrıntılı içerik çözümlemesi de bu sonuçları destekler niteliktedir. Kadro yazılarında gerek faşizm, gerekse sosyalizm kavramlarının genellikle olumsuz bağlamda kullanıldığı; faşizm özellikle emperyalizmle ilişkisi bakımından eleştiri konusu olurken, Rus devriminin emperyalizm karşıtlığıyla yer yer olumlandığı ve sonuçta devletçiliğin bir “üçüncü yol” olarak öne çıkarıldığı belirtilmektedir. Buradaki devletçilik hükümetin siyasalarından daha köktenci biçimde merkezi planlamayı temel almakta, kendi iç pazarını temel alarak bütünleştiren bir iktisadi sistem olarak görülmektedir (Tekeli ve İlkin, 2003, 450-55).

Sonuçta, Kadrocu tezleri özetleyen bu yorumlar çerçevesinde, Karaosmanoğlu'nun düşsel topluluğunun yukarıda açtığımız tasarım öğeleriyle Kadro hareketinin tezleri arasındaki örtüşme açıkça görülmektedir. Ankara’yı Kadro hareketinin sanat alanındaki bir yayını olarak tanımlamak mümkündür. Daha da ileri gidilirse, romanın Kadrocu fikirlerin halka yayılmasının aracı olarak, yani siyasal bir propaganda metni işleviyle kaleme alındığı da öne sürülebilir.

Nitekim Karataş ve Yıldız’ın (2010, 281) çalışmasında Karaosmanoğlu’nun, Kadro’da kültür-edebiyat, sanat ve ekonomi başlıklarında toplam “kırk dört” makale yayımladığını ve hareket içerisinde önde gelen bir isim olduğunu vurgulamaktadır. Derginin özellikle kültür-sanat alanındaki politikasında Karaosmanoğlu’nun belirleyici olduğunu öne süren yazarlara göre, Karaosmanoğlu sanata ve sanatçıya devrimi destekleme ve yerleştirme görevini yüklemektedir. Sonuçta, romanın kendi içindeki sanat ve sanatçı tanımlarıyla da örtüşen bu tanım ve yazarın Kadro hareketinde üstlendiği etkin rol, Ankara romanının Kadrocu düşünceyi kitlelere ulaştırma ve benimsetme işlevini üstlendiği savını desteklemektedir. Romanın ütopyacı bölümü bu pedagojik işlevin sağlanmasında özellikle önemlidir.     

Özetlersek, Karaosmanoğlu bir yandan Devletçiliğin ulusal kalkınmadaki rolünü sergileyen pasajlarda, bütünleşik ve türdeş bir kimlik kazanan ulus mekanını ve bunun için gereken yurttaş bilincini tanımlamakta; diğer yandan Ankara ölçeğinde, karakterlerin gündelik yaşamının anlatımı aracılığıyla, kamusal alanda bütünleşen ve kentini benimseyerek ortak bir yönelim içinde yaşayan kentli bireyin bilincini ve arzusunu aşılamaktadır. 

Sonuç: Ütopyada ideoloji ve ideolojide ütopya

Kadrocu hareketin Ankara romanıyla ütopya anlatısına dönüştürülen eleştiri ve tezleri, Boratav’ın (2006, 207) açıkladığı gibi, devletçiliğin resmi yorumundaki tutarsız ve pragmatik görünüşe sistematik bir bütünlük kazandırmayı amaçlıyor ve bu yönde Kemalizmin radikal bir yorumunu sistematik bir öğreti halinde geliştirmeye çabalıyordu. Hareket bu çabasında siyasal iktidarı içeriden ihtiyatlı bir üslupla eleştiren bir konumdadır. Bu bakımdan diyebiliriz ki, Ankara romanında yerden yere vurulan ya da yüceltilen kurgu kişiler, belki de Kadro’da sergilenmesi mümkün olmayan sert eleştiri ve radikal perspektifleri dışarıdan (hatta gelecekten) dillendirmenin bir yoluydu.

Bununla birlikte, Karaosmanoğlu anılarında Kadro’nun kuruluşunu anlatırken, amaçlarını Parti içinde dile getirdiğinde genel sekreter Recep Peker’in “Bu selahiyeti nereden alıyorsun? Böyle bir organı çıkarırsak ancak biz çıkarabiliriz” diye gürlediğini, fakat Atatürk ve İsmet Paşa’nın desteğini alan derginin kurulabildiğini anlatır. Buna karşın Kadrocuların açtığı fikir mücadelesinin meydan okuduğu problemlerin Parti içinde hiç de önemsemediğini de ekler (Karaosmanoğlu, 1984, 107, 108). Boratav'ın açıkladığı gibi, Karaosmanoğlu'nun dile getirdiği bu endişenin yersiz olmadığı dergiye yönelik baskıların kısa sürede artmasıyla anlaşılacaktır. Önce hükümete yakın bir takım basın, banka ve sermaye çevrelerince komünizan bir akımı temsil etmekle suçlanırlar. Sonunda özellikle Parti dışında doktriner bir “devrim ideolojisi” inşa etme teşebbüslerine karşı tepkili olan Recep Peker ve çevresinin baskılarıyla, Kadro’nun yayın hayatına son verildiği anlaşılmaktadır (Boratav, 2006, 217).

Böylece, Timur’un vurgusuyla, Türkiye’de sınıf kavgasının belirleyiciliğini reddeden Kadrocular, “sorunları idealist düzeyde ve sınıf kavgasının dışında ele aldıkları için, pek küçümsedikleri sınıf kavgası sonucunda tasfiye olmuşladır” (Timur, 1997, 170). Karaosmanoğlu ise bireyciliğin huzursuzluğunu devrim sürecinden saf dışı etmeye çalıştığı ütopik romanını yayımladığı yıl, hükümet içinde yarattığı huzursuzluk ve sermaye çevrelerinin baskıları nedeniyle saf dışı edilmiş; Tiran elçisi olarak ülke dışında görevlendirilmiştir. 

Timur’un sözünü ettiği felsefi idealizm, Ankara romanında ütopik yorumunu bulan Kadro devrimciliğinin verili gerçekliği aşma çabalarının önünde engel haline gelmiş, toplumsal gerçekliğin doğru yorumlanmasının önüne geçmiştir. Böylece devrimci bir ideoloji doktrini üretmeyi amaçlayan Kadro, gerçekliği aşmaya çabalarken yanılsamalı bir gerçeklik kuran (Mannheim’ın kastettiği anlamda) bir ideoloji ortaya koymuştur. Bu nedenle Ankara da Mannheim’in (1936, 183) çerçevesindeki gibi ideoloji ve ütopyanın iç içe geçtiği çelişkili bir içeriğe sahiptir.

Bir yandan, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde kendisine esin veren devrimci süreçlerin ilerici ve toplumsal kazanımlarını mantıksal sınırlarına vardırarak betimlemiş, yarı-sömürge durumuna düşmüş teokratik bir (meşruti) monarşiden devralınan verili tarihsel gerçekliğin dönüştürülerek aşılmasına yönelik fikirleri ütopyacı imgeler biçiminde sunmuştur. Dolayısıyla içerdiği ütopyacı öğeler esasen Cumhuriyet devrimiyle sağlanan toplumsal dönüşümlerin barındırdığı ütopyacı öğelerdir. Ankara romanı bu bakımdan yalnızca umudun ve arzunun düşsel temsili olarak değil, aynı zamanda Mannheim’in (1936, 173) “verili gerçekliği dönüştürebilme” ölçütüne göre de ütopyacı öğeler taşır, çünkü dönüştürücü dinamiğin köktenci bir temsilidir.

Öte yandan, Karaosmanoğlu aynı devrimci süreçlerin barındırdığı maddi çelişkileri göz ardı etmiş, bu devrimin öncülüğünü yapan kadroların dayandığı toplumsal dinamiklerin aynı zamanda evrilmekte olan bir sermaye sınıfının öncülleri olduğunu yadsımıştır. Yenişehir’in kuruluşu aracılığıyla temsil ettiği bireysel çıkar arayışlarını toplumsal ve tarihsel olarak kavranması gereken sınıfsal eğilimler olarak değil, ahlaki olarak yargılanması gereken kişisel kırılmalar olarak sunmuştur. Toplumsal ilişkilerin dışa vurumu olan sorunların çözümünü ise eğitimle sağlanan bir toplumsal bilinç sıçramasına bağlamıştır. Oysa Karaosmanoğlu’nun 1926 Yenişehir’inde şiddetle eleştirdiği kişisel çıkar hırsı, benlikçilik gibi kişi özellikleri Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş döneminin özgül bir eğilimi değil, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devralarak üzerinde yükseldiği özel mülkiyete dayalı sınıfsal ilişkilerin özsel ve temel bir niteliğidir.

Sonuçta Karaosmanoğlu’nun toplumsal gerçekliği romandaki gibi “idealist düzeyde ele alışı” yıllar sonra yazdığı 1964’teki önsözünde ifade ettiği düş kırıklığına da yansıyacak, ütopyasının gerçekleşmeme nedenini “bir gün gelip öleceğini aklından bile geçirmediği” Atatürk’ün erken ölümüne bağlayacaktır (Karaosmanoğlu, 2011, 9). Öte yandan 1953’te yazdığı Panorama romanındaki devrimci karaktere söylettiği şu sözler bütün düş kırıklığına rağmen temel varsayımlarında hiçbir değişme olmadığını gösterir:

“Biz, ‘İnkılapçıyız!’ derken, ne 93 inkılapçıları gibi bütün insanlara hürriyet ve müsavat getirmek, ne de Oktober ihtilalcileri gibi bir sınıfı öbür sınıflara hakim kılmak iddiasında bulunuyoruz. (…) Sınıf mücadelesi bilmeyiz; zira, Türk cemiyeti zaten yalınkat bir binadır.” (Karaosmanoğlu, 1993, 95)

Öyleyse yazara göre ne en etkili burjuva devrimi olarak Fransız Devrimi ne de sosyalist devrim olarak Ekim Devrimi Türkiye için geçerli bir yönelim sağlar, zira Türkiye’de sınıf mücadelesi yoktur. Yaşadığı bütün düş kırıklığına rağmen Karaosmanoğlu’nun bu tezinde hiçbir değişme olmamıştır. Ne var ki aynı Panorama’da, tıpkı 1926 Yenişehirinde çıkarcı şirket müdürüne dönüşen savaş kahramanı Hakkı Bey gibi, ütopyacı Ankara'nın devrimci aydını ve Selma Hanım’ın son eşi Neşet Sabit de, Demokrat Parti’den milletvekili olmak için çabalayan iki yüzlü bir politikacıya dönüşmüştür. Aslında Panorama’da umudun tükenişini okuruz, artık ütopyaya yer yoktur. 

Kumar (2000, 267), Simecka’dan “ütopyaların olmadığı bir dünya, toplumsal umudun olmadığı bir dünya olurdu; statükoya ve gündelik politikanın içi boş sloganlarına teslim olmuş bir dünya…” sözlerini aktarırken, “umut ilkesi”nin yitirildi sanılan her uğrakta yeni biçimlerle yeniden doğacağını vurgulayarak ütopya çözümlemesini sonlandırır. Harvey (2000, 167) ise ütopya çözümlemesini Oscar Wilde’ın ünlü deyişiyle başlatır: “Ütopyaların dahil olmadığı bir dünya haritası bakmaya bile değmez”. İşte her şeyden önce bu nedenlerle, Karaosmanoğlu'nun Ankara romanı dile getirdiği ütopya ile bize ısrarla bakılmaya ve tartışılmaya değer bir Ankara’yı anlatır.  

Dipnotlar: 
1) Yalçın Çelik de romanın ilk iki bölümündeki gerçekçi yaklaşım ile son bölümdeki romantik anlatımın eserin kurgusunu zayıflattığını ve romanı didaktik ve idealist bir görünüme büründürdüğünü vurgular. Bu nedenle, Selma Hanım karakteri yazarın düşüncelerine hizmet eden bir konuma indirgenmiştir (Yalçın Çelik, 2014, 94).

2) Yenişehir'in inşasında siyaset, bürokrasi ve eşraf mensubu maliklerin spekülatif etkinliklerinin nasıl rol oynadığını ve planlama sürecindeki etkilerinin nasıl giderek arttığını dönemin kadastro kayıtları üzerinden inceleyen ve Cumhuriyet döneminde mülkiyet ilişkilerinin mekandaki gelişimini çözümleyen ayrıntılı bir çalışma için Baş'ın (2010) doktora tezine bakılabilir.

3) Kadro'da rayonlaştırmaya verilen önem Aydemir'in (1933) yazısında görülebilir. Yazar dönemin Rusya uygulamalarına değinirken, rayonlaştırmayı belirli bir enerji ve sanayi planı ile, "ülkenin hudutları muayyen iktisat mıntıkalarına bölünmesi" şeklinde tanımlar (Aydemir, 1933, 10). Yazıda "rayonlaştırma siyaseti" olarak nitelediği yaklaşım ile planlama ve inkılapçılık arasında kurulan bağ dikkat çekicidir: "Türkiye'nin rayonlaştırılması işinde bizim için ilk hareket noktası jenetik bir telakki ile sadece mevcudu tespit etmek değil (çünkü bu mevcut esasen eski Türkiye'nin yarı müstemleke şartlarına uygun bir şekilde vücut bulmuştur), tabii şartlarımızı, kudret membalarımızı, nüfusumuzu, bugünkü iktisat bünyemizi ve gelecekteki sanayi inkişaflarımızı kül halinde hesap eden inkilapçı bir görüş altında yarınki Türkiye'nin iktisadi manzarasının şemasını çizmektir" (Aydemir, 1933, 12).

Kaynaklar

ANKARA BELEDİYESİ (1937) Ankara İmar Planı, Alaeddin Kıral Basımevi, İstanbul.

AYDEMİR, Ş. S. (1933) Türkiye'nin İktisadi Mıntıkalar Bölünmesi: Rayonlaştırma, Kadro Dergisi (15) 5-12.

ATAY, F. R. (1968) Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul.

BAŞ, Y. (2010) Production of Urban Form as the Reproduction of Property Relations, Morphogenesis of Yenişehir-Ankara, Şehir ve Bölge  Planlama Bölümü yayınlanmamış Doktora Tezi, ODTÜ, Ankara.

BORATAV, K. (2003) Türkiye İktisat Tarihi 1908-2007, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara.

BORATAV, K. (2006) Türkiye’de Devletçilik, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara.

ÇULHAOĞLU, M. (2003) YK’lere (Yahya Kemal ve Yakup Kadri) Soldan Nasıl Yaklaşılır, İki Şehrin Hikayesi, Ankara – İstanbul Çatışması, der. S. Öngider, Aykırı Yayıncılık, İstanbul; 75-95.

DERİN, H. (1940) Türkiye’de Devletçilik, Çituri Biraderler Basımevi, İstanbul.

HARVEY, D. (2000) Spaces of Hope, Umut Mekanları, çev. Z. Gambetti (2008) Metis, İstanbul.

HYPPOLITE, J. (1955) Studies on Marx and Hegel, Marx ve Hegel Üzerine Çalışmalar, çev. D. B. Kılınç, (2010) Doğu Batı Yayınları, Ankara.

KARAOSMANOĞLU, Y.K. (1933) Ankara Moskova Roma- Halk Terbiyesi-9, Kadro Dergisi 2(15) 32-35.

KARAOSMANOĞLU, Y.K. (1984) Politikada 45 Yıl, İletişim Yayınları, İstanbul.

KARAOSMANOĞLU, Y.K. (1993) Panorama, Remzi Kitabevi, İstanbul.

KARAOSMANOĞLU, Y.K. (2011) Ankara, İletişim Yayınları, İstanbul.

KARATAŞ, E., YILDIZ, İ. (2010) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Kadro Dergisindeki Yazıları ve Kadro Düşüncesinin Ankara Romanına Yansımaları, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi 3(14) 276-289.

KESKİNOK, H. Ç. (2010) Urban Planning Experience of Turkey, ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi 27(2) 173-188.

KUMAR, K. (2000) Utopia and Anti-Utopia in the Twentieth Century, Utopia: The Search for the Ideal Society in the Western World, der. R. Schaer, G. Claeys, Oxford University Press; 251-67.

KÜÇÜK, Y. (1971) Planlama, Kalınma ve Türkiye, Bilim Yayınları, İstanbul.

MANNHEIM, K. (1936) Ideology and Utopia, Routledge, London.

MOYLAN, T. (1992) Utopian Studies: Sharpening the Debate, Science Fiction Studies (19) 89-94.

NACİ, F. (2007) Yüz  Yılın 100 Türk Romanı, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul.

ÖZTÜRK, N. (1992) Çağdaş Türk Edebiyatında Ütopya, İnönü Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya.

TANPINAR, A. H. (2000) Beş Şehir, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.

TEKELİ, İ., İLKİN, S. (2003) Cumhuriyetin Harcı, Birinci Kitap, Köktenci Modernitenin Doğuşu, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul.

TİMUR, T. (1997) Türk Devrimi ve sonrası, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara.

USTA, S. (2014) Türk Ütopyaları, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Ütopya ve Devrim, Kaynak Yayınları, İstanbul.

VELİDEDEOĞLU, H. V. (1983) Milli Mücadele Anılarım, Hil Yayın, İstanbul.

WEGNER, P. E. (2002) Imanigary Communities: Utopia, the Nation, and the Spatial Histories of Modernity, University of California Press, London.

YALÇIN ÇELİK, S. D. (2014) Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara Romanı Bağlamında Kemalist İdeoloji ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkent İnşası, Ankara Araştırmaları Dergisi 2(1) 93-107. 

YAVUZ, F. (1952) Ankara’nın İmari ve Şehirciliğimiz, Güney Matbaacılık ve Gazetecilik, Ankara.

Yener BAŞ
Mersin Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

Bu yazı ODTÜ Mimarlık Fakültesi Dergisi'nin 2015, 2(6) sayısında yayınlanan "Bir (Kentsel) Ütopya Olarak Ankara Romanı" başlıklı metinden kısaltılarak geliştirilmiştir.

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın ocak 2016 sayısında yayımlanmıştır.

 

Kültür
Etiketler
ankara
yakup kadri karaosmanoğlu
ütopya
bilim ve ütopya