İslâmcıların bilim ve teknolojiyle imtihanı!

İslâmcılık, siyasî bir ideolojidir ve bütün dünyevî sorunların ve etkinliklerin İslâmî Akideler çerçevesinde çözümlenmesini ve gerçekleştirilmesini amaçlar.

Bu açıdan bakıldığında, İslâmcılığın bilim ve teknolojiyle olan ilişkilerinin mevcut entelektüel ortamın dinamiklerinin değişmesine bağlı olarak tarih boyunca dört aşamadan geçtiğini savlayabiliriz.

Şimdi bu aşamalara kısaca bir göz atalım ve her aşamada İslâmcı İdeoloji’nin tercihlerinin nasıl somutlaştırıldığını göstermeye çalışalım.

Birinci evre: Proto-İslâmcılık ve bilim

XVI. yüzyılın sonlarına kadar bütün Osmanlı Asırları’nı kapsayan ve [aslında İmam Gazzâlî ile İbn Teymiyye’den de çok önceki dönemlere uzanan] geçmişten miras alınan bu evrede, “Proto-İslâmcılar” olarak adlandırabileceğimiz bazı fakihler ve kadılar, bakışlarını Hırıstiyanlar’ın bilimsel keşiflerinden çok, teknolojik icatlarına yönelttiler; çünkü bunların İslâmî Akideler açısından hiçbir sorun çıkarmadığını ve Hıristiyanlar’a karşı yürütülen kutsal savaş (cihâd) için gerekli olduklarını kavradılar.

Bu yüzden top ve tüfek gibi ateşli silahlar, (hatta vakit tayininde kullanılan saat gibi vakit-ölçerler ve harita gibi yer-gösterirler), kalyonlar büyük bir sıkıntı yaşanmadan İstanbul’a girdi ve çok büyük bir itiraza uğramadan benimsendi.

Ancak bilimsel keşiflerden, coğrafya ve tababet gibi yönetsel ve toplumsal olarak yararlı olanlar bir yana bırakılacak olursa, diğerleri şüpheyle karşılandı ve muhtemelen yerleşik teolojik-mistik karakterdeki paradigmayı sarsmalarından veya değiştirmelerinden korkulduğu için mümkün olduğunca uzak tutulmaya çalışıldı.

Bu meyanda, Takiyüddin’in rasthanesinin yıkılması ve eserlerinden ötürü Şeriat’la “teftiş”inin istenmesi (yani yargılanması ve muhtemelen idamı) Türk Bilim Tarihi’nde önemli bir kırılmanın yaşanmasıyla sonuçlandı. 

Söz konusu tercihin iki olumsuz sonucu oldu:

1. Fizik, kimya ve biyoloji gibi Batı’da yeni yeni olgunlaşmaya başlayan doğa bilimlerinin aktarımını ve öğretimini mümkün kılacak atomist-mekanist doğa felsefeleri (her ne kadar kelâmî köklere sahip olsalar da) görmezden gelindi ve

2. Bu türden bilimlerle “yeni teknoloji” arasındaki sıkı ilişkiler algılanamadığı için, “teknoloji üretmek” yerine “teknoloji aktarmak” eğilimi, süreç içinde baskın bir tavır haline geldi.  

İkinci evre: Fundamentalist İslâmcılık ve bilim

XVI. yüzyılın ikinci yarısında İmam Birgivî’den itibaren giderek güçlenen ve XVII. yüzyıl düşüncesini derinden etkileyen “Selefî Vâizler” ise, çok daha radikal bir duruş sergiledi ve İmparatorluk’un çöküşünü “Asr-ı Saadet Dönemi”nde mevcut olmayan “bid‘at”lerin [yani yeniliklerin] yaygınlaşmasına ve kökleşmesine bağlayarak bilim ve teknolojiyi neredeyse tamamen reddettiler.

Mistikler ve Kâtib Çelebi gibi bazı “âkil” aydınlar, toplumsal dönüşmeyi ve gelişmeyi inkâr eden bu türden eğilimlerin ileride doğuracağı büyük sakıncaları kavradılar ve “Kadızâdeliler Hareketi” olarak adlandırılan bu fundamentalist aksiyonerleri uyarmaya veya engellemeye çalıştılar.

Öyle diyebilirim ki Avrupa’da “Bilimsel Devrim”in gerçekleştiği XVII. yüzyıl, neredeyse tamamen bu “partiler” arasındaki yerel tartışmalarla ve çatışmalarla geçirildi ve hatasını geç de olsa anlayan Osmanlı Yönetimi’nin Kadızâdeli Önderler’i siyasî ve (bir ölçüde de dinî) hayattan tasfiyesi ile sonuçlandı.

İlginçtir ki ulemânın büyük bir kesimi, bu tartışmalarda vâizlere açık bir destek vermekten uzak durdu; çünkü, muhtemelen “Nizâm-ı Âlem”de tamiri mümkün olmayan büyük bir dönüşümün gerçekleşmesinden ve bu arada uzun asırlar boyunca tesis ettikleri toplumsal egemenliklerinin yıkıma uğratılmasından korktular.

Ancak XVIII. yüzyıla gelindiğinde, bu kesimin içinden gelen Gelenbevî İsmail Efendi gibi bazı âlimler ve düşünürler, (yine matematikten ve astronomiden başlayarak) “Batı Bilimleri”nin değeri konusunda daha açık fikirli olmaları gerektiğini fark ettiler ve “Birinci Evre”de benimsenen geleneksel eğilimi daha da esnekleştirmenin toplumsal hayat bakımından daha yararlı olacağını düşünmeye başladılar.   

 

Üçüncü evre: Modernist İslâmcılık ve bilim

XIX. yüzyılın başlarında başlayan Üçüncü Evre’de, teknoloji ile bilim arasındaki yakın ilişki, “Modernist İslâmcılar” tarafından daha iyi kavrandığında ve bilim olmadan teknolojinin geliştirilemeyeceği veya etkin bir biçimde kullanılamayacağı fark edildiğinde, doğa felsefeleri ile doğa bilimleri birbirlerinden ayrıldı ve sadece fizik, kimya ve biyolojinin çağdaş bulgularına geçit verildi; ancak bu doğa felsefelerinin dolaysız sonuçları olarak giderek güçlenen materyalist ve “scientisist” (bilimci) öğretilere karşı cephe alındı ve bunların İslâm ülkelerinin içlerine nüfuz etmesi durdurulmaya veya engellenmeye çalışıldı.

Yani Batı’nın doğa bilimleri ile (bu doğa bilimleri çerçevesinde hiçbir dönüşüme ve değişime uğratılmayan) Doğu’nun doğa felsefeleri, birbirlerinden bağımsız bir biçimde varoluşlarını sürdürdü. İşte tam da bu yüzden, yani birbirleriyle bağdaştırılması olanaklı olmayan iki unsuru birlikte koruma eğilimi nedeniyle, doğa bilimlerinin güncel sonuçları aktarıldı, ama bir türlü yenilenemedi ve teknolojik gelişmelerle bağlantılandırılamadı.

Osmanlıların son dönemlerinde, meselâ Ali Sedad Bey ve İzmirli İsmail Hakkı gibi bazı düşünürlerin ve âlimlerin çalışmalarında ortaya çıkan “Yeni Kelâm” eğiliminin ve yöneliminin maksadı, aslında Batı’dan alınan doğa bilimlerinin üzerine oturacağı “yerli” veya daha doğrusu “İslâmî” doğa felsefelerini inşa etmekti; ancak Batı’nın doğa bilimlerinin ve bunun üzerine oturduğu doğa felsefelerinin yeterince iyi tanınmaması ve İslâmcılar’ın siyasal şartların değişmesi [Cumhuriyet Kadroları’nın dini memleketten kazıyacakları travması (!)] yüzünden ideolojiyi geliştirmeye öncelik vermeleri, bu yöndeki girişimleri büyük ölçüde sonuçsuz bıraktı.  

 

Dördüncü evre: Postmodernist İslâmcılık ve bilim

XX. yüzyılın başlarında Batı’da ortaya çıkan Görelilik Kuramı ve Kuantum Kuramı gibi yeni bilimsel kuramlar, doğa bilimlerinin (ve özellikle de fizik ve kimyanın) ve bunların üzerinde yükseldikleri doğa felsefelerinin ve yine aynı yüzyılın ikinci yarısında patlak veren toplum bilimlerinin metodolojisine yönelik tartışmalar, toplum bilimlerinin üzerinde yükseldikleri toplum felsefelerinin yeniden sorgulanmalarını gerekli kıldı ve böylece son dönem bilim felsefesi araştırmalarının ve postmodernist öğretilerin önü açıldı. 

Bu gelişmeler, Cumhuriyet Dönemi’nde, Batı’daki yeni akımlardan etkilenen “Postmodernist İslâmcılar”ın bilime ve teknolojiye karşı yeni bir strateji belirlemeleri sonucunu doğurdu. Teknolojik gelişmenin doğurduğu sıkıntılar göz ardı edilmedi (hatta bunların kapitalist sömürüyle irtibatlı olduğu da anlaşıldı), ama yine de teknolojik icatlara olumlu bakıldı ve aktarılması teşvik edildi. Buna karşın Batılı bilim tarihçileri, bilim filozofları ve bilim sosyologlarından yararlanılarak, doğabilimlerinin ve toplumbilimlerinin üretmiş oldukları “bilimsel” bilgilerin itibarî ve izafî olduğu, dolayısıyla bunların “en hakikî mürşit” olamayacağı ve bunları var eden doğa ve toplum felsefelerinin de kullanımdan düşeceği savlanıldı.

Böylece İslâmcılar, bir bakıma başladıkları yere geri dönmüş oldular!

 

Sonuç

Şimdi şöyle düşünüyorlar: “(Kutsalı dışlayan ve bu yüzden de bütün insanlığı büyük bir karanlığın içine düşüren) Hıristiyanlar’ın doğabilimleri ve doğa felsefeleri ile toplumbilimleri ve toplum felsefeleri çöktü ve böylece Müslümanların doğabilimleri ve doğa felsefeleri ile toplumbilimleri ve toplum felsefelerinin önü açıldı. Müslümanlar, geleneksel bilgi birikimlerinden ve çağdaş gelişmelerden yararlanarak “Kutsal Felsefe” ile “Kutsal Bilim”i ve bunlara dayanarak “Kutsal Teknoloji”yi kurgulayacak ve böylece insanlığın önünü açacaktır”!     

Acaba, bu yeni yaklaşım, Postmodernist İslâmcılar’ı nereye götürecektir?

Hiç şüphe yoktur ki yeni bir hayal kırıklığına!

Çünkü,

1.Haklarında yürütülen soruşturmalar süredursun, doğabilimleri ve toplumbilimleri eskisinden çok daha geniş bir konu alanını çok daha dakik bir biçimde bilmeye olanak tanıyacak biçimde gelişmelerini sürdürmektedirler ve

2.“Kutsal Bilim”, bundan önce Orta Çağ’da kurulmuş, ama asırlar süren fikrî gayretler sonrasında doğabilimlerinin ve toplumbilimlerinin gelişimini durdurduğu açık bir biçimde kavrandığı için Batı’da ve Doğu’da fikren aşılmış bir denemedir.

Bilim ve teknoloji tarihindeki gelişmeleri doğru yorumlamak gerekir: Benimsenmesi uygun olacak yaklaşım, herhalde, Müslümanlar’ın en güvenilir “dünyevî-bilgi” türü olan doğa bilimlerinde ve bunlara öykünerek kurulan toplum bilimlerinde, “aktarmacı tutum”dan “üretmeci tutum”a geçmelerine katkıda bulunacak doğa ve toplum felsefelerini kurabilmeleri için kendisinden kaçınamayacakları “teolojik tartışmalar”ı yeniden başlatmak ve bu iki alanın yaslandırılabileceği uygun “teolojik reformlar”ı gerçekleştirmektir.

Bu manada, İslâmcılar’ın gerçek rakipleri, durmadan yenileşen doğa ve toplum bilimleri değil, (bunun da doğrudan veya dolaylı bir sonucu olarak) durmadan eskileşen teolojik öğretileridir.
 

Prof. Dr. Remzi DEMİR
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bilim Tarihi ABD

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Eylül 2016 sayısında yayımlanmıştır.

Bilim Tarihi
Etiketler
bilim ve ütopya
islamcılık
islam
remzi demir