Materyalist bir dil felsefesine doğru

Felsefesel bir problem alanı olarak dil, tıpkı dilbilim çalışmalarında da olduğu gibi uzunca bir dönem kendi başına dilin ne olduğunun anlaşılması amacıyla değil, varlık, oluş, bilinç, anlam vb. “üst” sorunlar dahilinde ele alınmış ve münferit bir olgu olarak görülmemiştir. Fakat yirminci yüzyılın ikinci yarısından bu yana bu konuda bir takım değişiklikler yaşanmış ve dil, düşünce dünyasında kendi özerk alanına kavuşmuştur. Ne var ki bu noktada aşırıya gidilerek, dil insan ürünü olan diğer önemli ve öncül faktörlerin dışında, bir soyutlama ve çelişkili bir biçimde de iktidarlaştırma yoluyla çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu durum postmodernizmin “muğlaklık” üzerine kurduğu “gerçeklik” algısıyla birlikte yayılmış ve dilin ne olduğu ve nelere etkide bulunduğu probleminin toplumsal gerçeklik ve bilme biçimleriyle -burada karşılaşılan nesnelerin alımlanıp algılanmasının, doğadaki problemlerin ve işleyişlerin kavranmasının bir nihai ürünü olarak bir tür bilgi üretiminden bahsedilmektedir- ilişkisi hakikatten uzak bir hal almıştır.

Oysa, dilin insan gerçekliğinin bir ürünü olduğunu yadsıyamayacağımız gibi, onu insanın içinde yaşadığı dünyanın biricik gerçeği haline getirmemiz bizi tümel gerçeklikten koparacak ve yaşamın temel işleyişini gözden kaçırmamıza neden olacaktır. Bu ise eninde sonunda toplumun ve toplumsal ilişkilerin asıl diyalektik üretilme süreci olan “altyapıdan başlayarak ortaya çıkan ve üst yapılarda tamamlanan” bir süreci -“altyapının/üretim tarzının temel olduğu ve siyaset, hukuk, kültür gibi üstyapı kurumlarıyla karşılıklı etkileşim halinde geliştiği ve bazı anlarda sıçramalarla ilerlediği süreci”- reddetmek demektir. O halde gerçeklik örneğin Foucault’nun iddia ettiği gibi dille üretilip belirlenen bir yapı değildir.

Gösterge ile varoluş arasındaki ilişki sorunu
“Göstergede yansıtılan varlık yalnızca yansıtılmakla kalmaz aynı zamanda saptırılır. Varoluşun ideolojik göstergede bu şekilde saptırılması nasıl belirlenir? Farklı yönelimleri olan toplumsal çıkarların bir ve aynı gösterge cemaati içerisinde kesişmesi tarafından, yani sınıf mücadelesi tarafından belirlenir.”

Bir göstergenin -burada elbette ki dilsel göstergeyi de hesaba katıyoruz- gerçekliği bir ölçüde yansıttığı veya Voloshinov’un deyimiyle “saptırdığı”nı kabul etmek yerinde bir yaklaşım olacaktır ve “her gösterge bildiğimiz gibi toplumsal olarak örgütlenmiş kişilerin etkileşimleri sürecinde gerçekleştirilen bir kurgudur”, fakat gerçekliğin yalnızca dil yoluyla var olduğunu iddia etmek tümüyle bir yanılsama olacaktır. İçinde bulunduğumuz evrenin tüm unsurlarının dil veya göstergeler ile belirlendiği ve bu ölçüde algılandığı fikri de üzerinde düşünülmesi ve eleştirilmesi gereken bir diğer noktadır. Sözcük veya dil, “toplumsal değişimlerin en duyarlı belirtisidir” (Voloshinov, 1996) fakat aktörü değil.

“Bir kulübede saraydakinden farklı düşünülür” K. Marx

Dil neredeyse tüm ideoloji üretimi alanlarında bulunan bir “harç” görevindedir. Fakat ideolojilerin tümüyle dil ile oluşturulduğunu söylemek yanlış olacaktır. Nitekim ideolojileri belirleyen altyapıda ekonomik üretim ilişkileri yer almaktadır. Bunun nedeni ise bir insanın toplumsal formasyon içindeki ekonomik koşullarının yine o insanın bilincine yön vermede sahip olduğu başat roldür: “Bir kulübede saraydakinden farklı düşünülür.”

Bu noktada ise göstergelerin kendi başlarına bir “üst yapı” oldukları ve bütünde meydana getirdikleri bir yapıyla da bireylerin nihai özgürlüklerini ortadan kaldıran ve dolayısıyla yine bireyleri yaşam ve toplum içinde pasifize eden bir mekanizma olduğu yönündeki bir görüş, bir tür “göstergeler imparatorluğu” kurmaktan başka bir şey değildir. Bu noktada göstergelerin tümü bir potada eritilmiş ve insan yaşamını insanın bilinci dışında yöneten bir kumandanın varlığı kabul edilmiştir. Oysa ki göstergeler dünyası -burada bahsedilen algılanan dünyanın dışında tümüyle kendi gerçekliğine sahip ve nesnelerin dışında bir dünya değildir- birbirinden farklıdır ve daima içinde var olduğu topluluğun “sosyo-ekonomik önkoşullarıyla bağlantılı olması gerekir”. Çünkü “her ideolojik gösterge -dilsel gösterge dahil- toplumsal ilişki sürecinde ortaya çıkarken, verilmiş zaman döneminin ve verilmiş toplumsal grubun toplumsal etki alanı tarafından tanımlanır.”(Voloshinov, 1996)

De te fabula narratur
“Dil bilinç kadar eskidir, dil, öteki insanlar için de varolan ilk, pratik, gerçek bilinçtir ve tıpkı bilinç gibi dil de ancak diğer insanlarla karşılıklı ilişki [Verkehr] kurma gereksinmesiyle, zorunluluğuyla ortaya çıkar.” (Marks ve Engels 1845-46) Bireysel bilinci yalnızca fizyolojik olarak nöronların birbirleriyle olan etkileşimleri olmaktan çıkaran, bireylerin zihinlerinde depoladıkları göstergelerin toplumsal süreç içindeki etkileşimlerle harekete geçmesidir diyebiliriz. Ne var ki, bu göstergeler toplumun her katmanındaki bireylere aynı ölçüde ve aynı şekilde ulaşmaz. Çünkü bu göstergelerin dolaşım şartları aynı zamanda metaların dolaşım şartlarına bağlıdır. Dolaşım içindeki metalarla aynı ölçülerde ilişki içine giremeyen, kendi üretimleri bir şekilde “ellerinden alınan” ve kapitalizmle adeta başka bir nesneymişçesine yeniden karşısına çıkarılan bireyler veya sınıfların bilinç şemaları da farklılık gösterecektir. Dolayısıyla dil de evrensel değildir ve sınıfların kendi dilleri vardır. Örneğin işçi sınıfının “kendinde sınıf” konumundan “kendisi için sınıf” konumuna geçişinde, işçilerin bir bakıma patronların istekleri ile şekillendirilmiş ve çalışma koşulları içersinde kendini dönüştürememiş gündelik konuşma pratiklerinin de bir “üst” dile; üretim ilişkilerinde ve sosyal yapıdaki problem ve eşitsizlikleri tanımlayıp kendi konumlarıyla bağlantılandırma ve bunun mücadelesini vermenin koşullarını oluşturmaya yardımcı olacak bir lügat değişimini gerektirecektir. Nitekim, gündelik dilin lügatı, sorunların tespitinde yetersiz kalacak, ve dilin kullanıldığı en mühim alanlardan olan “sınıflandırmacı” ve “farklılıkları ortaya çıkaracak” tanımlar oluşturma eylemi, işçi sınıfına iç gözlem olanağı verecektir. Kapital’in açılış sözü olan de te fabula narratur, yani anlatılan senin hikayendir (Baker, 1996), dilin siyasal bilinçlenmedeki önemini gündeme taşımaktadır. Çünkü Marks’ın bu ifadesine dek anlatılanların daima kazananların “hikayesi” olması, işçi sınıfının bilinç şemalarına yerleşen göstergelerin/anlatıların, kendi durumlarının tahayyülü açısından geciktirmeci olduğunu işaret eder. İşçiler için, içinde bulundukları durumun ne olduğunu anlamak ve diğerlerine aktarmak, yani koşullarının “bilincine” varmak, sınıf mücadelelerinin önemli gerekliliklerinden biridir. Çünkü sınıfsal problemlerin ve mücadelelerin ciddiye alınışında yine bu sınıfların “anlatılarının ciddiye alınışı” faktörü vardır. (Burada elbette ki “anlatı” sözcüğünü, siyaset dili temelinde ele alıyor ve tarihsel bağlamından koparmıyoruz)

İnsanların kendi tarihlerini kendilerinin yarattığını, fakat bunu yaparken çevresel faktörlerden etkilendiklerini, yani bu yaratımı özgürce gerçekleştiremediğini bilmekteyiz. Bu durum dili inşa eden insan için de geçerlidir. Çünkü dil, gerçekliği içinde barındırdığı kadar da “ideolojilerin taşıyıcısı” konumundadır. Bilincin de “evi” olan dilin bu taşıyıcı konumdayken taşıdığı ideolojiden etkilenmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla dil belli sınıflara ve belli koşullara göre değişimler geçirir ve hiç bir zaman “son halini” almaz. Bu nedenle de onu işaret ettiği anlamdan veya gerçek nesneler dünyasından uzaklaştırıp idealize etmek, soyut bir “yapı” olarak ele almak ve bu yapı içerisinde de bireyin rolünü hesaba katmamak eksik bir düşünce olacaktır.

Kaynakça
Baker, U. korotonomedya.net/kor/index.php?id=21%2C33%2C0%2C0%2C1%2C0
Marx, K. & Engels, F., Alman İdeolojisi [Feuerbach], Ankara, 2010, Sol Yay.
Marx,K. & Engels, F., Yazın ve Sanat Üzerine, Ankara, 2009, Sol Yay.
Stalin, J., Marksizm ve Dil, İstanbul, 1993, Sosyal Yay.
Voloshinov, V.N., Marksizm ve Dil Felsefesi, İstanbul, 2001, Ayrıntı Yay.

Bilgesu SAVCI
Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi Doktora Öğrencisi

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın ağustos 2012 sayısında yayımlanmıştır.

Felsefe