Dünya bilim tarihi söz konusu edildiğinde, hepimizin çok iyi bildiği gibi Mısır-Mezopotamya uygarlıklarına dayanan Antik Yunan’daki bilimsel çalışmalar gerçekten hayranlığımızı çeken bir düzeye ulaşmış; Platon, Aristo, Öklid, Arşimed, Apollonius, Aristarkos, Eratostenes, Philon, Heron, Batlamyus, Galenos ve burada adından söz edemediğim daha pek çok kalburüstü bilim adamları yetişmiş, bilime özgün katkılar yapmışlardı. Ancak Roma İmparatorluğu döneminde başlayan duraklama ve imparatorluğun çöküşü, bu uygarlığın karanlık bir döneme girmesine neden olmuştu. Bu sıralarda Orta Doğu’da yeni bir din yeni bir atılım getirmiş, bu yapıtlar Arapçaya çevrilmiş, bunlara yeni ve özgün katkılar yapılmış ve İslam Uygarlığı dediğimiz bir uygarlık doğmuştu. Battani, Sabit İbn Kurra. Habaş el Hasib, Ebu'l Vefa, Farabi, ibn Sina, Beyruni, İbn ül Heysem, Harezmî gibi bilim adamları özgün katkılar yapmışlardı.
Batı, karanlık bir dönem yaşarken 8. yüzyılda İslam Dünyası ile ilişkiye girmiş (özellikle Sicilya ve İspanya yoluyla), karşılarında üstün bir uygarlığın olduğunun bilincine varmıştı. Bu kez Arapça yapıtlar Latinceye çevrilmeye başlamıştı. 12. ve 13. yüzyıllarda bu çevirilerin sayısı burada söz konusu edemeyeceğim kadar kabarıktı. Böylece Antik Yunan Uygarlığı Müslüman bilim adamlarının katkılarıyla birlikte Batı’ya aktarılmış, Rönesans işte bu birikimin bir ürünü olarak ortaya çıkmıştı.
Geçen yüzyılın sonları, bu yüzyılın başlarındaki bilim tarihçileri, henüz İslam Dünyası üzerinde kapsamlı çalışmalar yapılmadan, dünya bilim tarihi zincirini, İslam Dünyasındaki çalışmaları dikkate almadan tamamlıyorlardı. Ancak yapılan çalışmalar, bugün artık, İslam Dünyası’ndaki bilimsel çalışmaların, dünya bilim tarihi zincirinin bir halkası olduğunu ortaya koymuş ve bütün bilim tarihçileri tarafından kabul edilmiştir.
Ancak İslam Dünyası deyimi çok komplike bir deyimdi, çünkü İslam Dünyası şemsiyesi altında değişik toplumlar bulunmaktaydı. En belirgin olanları bilindiği gibi Türkler, Araplar ve Farslardır. Bu halkayı oluşturanlardan biri olan Türklerin durumu yaygın olarak şöyle değerlendiriliyordu:
11. yüzyıldan başlayarak, İslam Dünyası’nda bilimsel çalışma temposunda bir yavaşlama görülmektedir. Bunun nedeninin de Türklerin İslam Dünyası’na egemen olmalarıydı deniliyordu. Bu hatalı yargı, bu dönemin incelenmemiş, verilerinin ortaya konmamış olmasından kaynaklanıyordu. Yapılan incelemeler (henüz daha başlangıç döneminde olsa da) bu hatalı yargıyı değiştirmekle kalmamış, İlginç ipuçlarını da ortaya çıkarmıştır. Şimdi bu ipuçlarından söz etmek istiyorum. Yani Türklerin İslam Dünyası'na egemen oldukları dönemin başlarında Yunanca ve Latinceye çevrilerek Rönesans’ı etkilemiş olanlardan.
Trabzon akademisi: Astronomi
13. yüzyılın sonları 14. yüzyılın başlarında Trabzon'da Alexios (1297-1330) döneminde bilimsel çalışmaları geliştirmek amacıyla bir akademi kuruluyor. Akademinin programı gereği Gregorlos Chloniades Tebriz'e gönderiliyor. Bir süre Tebriz'de kalıyor, hatta Tebriz Baş Papazlığı görevini de üstleniyor.
Şimdi buraya bir nokta koyalım. Neden İtalya'ya değil de Tebriz'e gönderiliyor diye bir soru soralım. Bu bir rastlantı değildir. Çünkü Gazan Han (1295-1304), 13. yüzyılın sonları, 14. yüzyılın başlarında Tebriz'de bir rasathane kuruyor. Vakıf la beslenen bu rasathanenin yanında cami, manastır, medreseler, kütüphane, hastane, hamam da var. Başka deyişle bir külliye kurduruyor. Verilen bilgilere göre burada astronomi öğrenmek amacıyla pek çok ülkeden ve çeşitli dinlere mensup kişiler toplanmıştır. Bunlar arasında Franklardan da söz edilir.
Gregorios Chioniades ülkesine dönüşünde birtakım kitapları da beraberinde getiriyor. Daha sonra bu kitaplar Trabzon Sarayı’nda Chrysococces’in eline geçiyor. Kimdir Chrysococces? Trabzon'da yaşamış (1335-45), Manuel adlı bir keşiş tarafından yetiştirilmiştir. Keşiş Manuel ise Chioniades'in öğrencisidir; ona Chioniades'in Tebriz'den getirdiği kitapları okuması için vermiştir. O da bu kitaplara dayanarak bir astronomi kitabı kaleme alıyor. Böylece Chrysococces bu yüzyılda Bizans astronomisinde görülen canlanmanın önderliğini yapıyor.
Yine 1323 yılında adı bilinmeyen bir yazar Şemsüddin Mirakel Buhari’nin astronomiyi ilgilendiren eserini Yunancaya çeviriyor. Bu çeviri halen Florance Cod. Laurent Plutei XXVIII, 17’de kayıtlıdır. Getirilen bu yazmalar üzerinde çalışan, iki BizanslI astronom daha vardır: Theodor Mellteniotes ve Isaac Argyros. Theodorus Meliteniotes hocaların hocası unvanını almış bir bilim adamıdır. 1361 yılında, Bizans'ta o zamana kadar kaleme alınmış en kapsamlı astronomi kitabını yazmıştır. Bunu yazarken, Chioniades'in Tebriz'den getirdiği yazmalardan ve 1323 yılında Yunancaya çevrilmiş olan Buhari'nln eserinden yararlanmıştır. Bugün bunun bir yazması Codecus Vaticanus Grecus 1059’da kayıtlıdır. Isaac Argyros da yazdığı eserde bu Yunanca çeviriden yararlanıyor. Sarton’un bildirdiğine göre, bu Yunanca çevirilere dayanan daha pek çok astronomi eserleri kaleme alınmıştır.
Tebriz’den getirilen bu eserler İbrani diline de çevrilmiştir. 1374'de Selanikli Solomon ben Eliyah bunların çevirilerini yapmış ve Mordecai ben Eliezer Comtino da bunlar üzerine İbranice bir açıklama yapmıştır. Çok yaygın olarak tanınmasa da Batılı bazı bilim adamları tarafından söz konusu edilmiştir.
14. yüzyılda Bizans astronomisinde görülen canlanma İşte Tebriz’den getirilen bu yazmalara dayanmaktadır. Tebriz’den getirilen bu eserlerin kimlerin eserleri olduğu hususu Neugebaur’in Bizans Astronomisinin Terminolojisi üzerindeki çalışmasına kadar açık değildi. Transaction o f the American Philosophical Society'de yayınladığı Studies in Byzantine Astonomlcal Terminology'de bu husus aydınlığa kavuşuyor. Neugebauer’ln bu çalışması Helberg’in Byzantinisch Analecte'deki Codex Vaticanus Grecum No. 1058’deki yazma üzerinedir. Kendi ifadesince bu yazmayı seçme sinin nedeni, Bizans astronomisine ilişkin bilgi verecek düzeyde, en ilgi çekici yazma olmasındandır. Bu yazma içinde Büyük Astronomi Yapıtı adlı bir bölüm vardır. Heiberg bu yazmaya İlişkin bilgi verirken şöyle yazıyor: Grosseres Astrnomisches W erk... von Heiberg bu Yunanca adın ne olduğunu söylemiyor. Ancak Neugebauer, bu adın Sencerl Zici olduğunu ve bunun da çok açık olduğunu söylüyor. Şu halde bu yazma, Selçuklu İmparatoru Sultan Sencer döneminin ünlü astronomu Abdurrahman el Hazini'nin El Zic el Muteber el Senceri adlı zicinin bir çevirisi olmuş oluyor. Heiberg’e göre, yazma 15. yüzyılın başlarında (1408) kaleme alınmıştır ve Bizans’ta kullanılmak üzere hazırlanmıştır. Bizans’ın bazı kentlerindeki doğuş ve batış zamanlarını içermektedir.
İlginç olan taraf, bu yazmanın daha sonra Güney İtalya’ya gelmiş ve Calabria'da kullanılmak üzere, enlem ve boylamlara ilişkin düzeltmelerin yazmanın kenarına yazılmış olmasıdır. Neugebauer varak varak bu yazmayı incelediğinde, bu yapıtın Hazini’nin Senceri Zici, Nasirüddin-i Tusi'nin İlhani Zlci’nin Şemsüddin-i Buharinin Alai Zici’nden yararlanmış olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca, yazmada kullanılan bazı terminolojinin doğrudan doğruya Arapçadan alınıp Yunan alfabesiyle yazıldığını ve bunların neler olduğunun da bir listesini çıkarıyor. Bu yazmada ilginç bir nokta da doğal olarak takvim çalışmalarında Uygur ve Melikşah takvimlerinin kullanılmış olmasıdır.
Tıp
Şimdi de başka bir ipucundan söz edelim. Selçuklular ve beylikler insan sağlığına çok önem vermişlerdi. Hemen hemen her kentte kurdukları medreselerin yanında bir de hastane inşa etmişlerdi. Bunun bir örneği, Şam Atabey’i Nurettin Zengi’nin Şam’da bir medrese ve hastahane inşa ettirmiş olmasıdır. Bu hastahanede İbn ün Nefis adlı son derecede önemli bir doktor yetişmişti. Tıpla ilgili pek çok yapıtı vardır. Sarton ibn ün Nefis'in bu yapıtlarına ilişkin olarak şöyle diyor: “Onun en çok tanınan yapıtı, Kanun üzerine yaptığı açıklama Kitab el Mucez el Kanun’dur. Onun bir diğer yapıtı, yine Kanun'un anatomiye ilişkin bölümü üzerine yaptığı açıklama Şerhu teşrihi İbn Sina'dır." Bu yapıt filolojik açıdan önemlidir.
Şimdi burada bir parantez açarak kan dolaşımının tarihi gelişimi üzerine son derece kısa bir özet vermek istiyorum. Kan dolaşımı üzerinde ilk bilgiyi veren 2. yüzyıl dolaylarında yaşamış olan Galenos'tur. O şöyle bir tablo geliştirmiştir: Kan karaciğerde yapılır ve vücuda dağılır. Kalbin sağ tarafına gelen kan, deliklerden sol tarafa geçer ve burada akciğerden gelen hava İle birleşir. İbn Sina da bunu aynen kabul etmiştir.
Şimdi tekrar Sarton’a dönelim. O der ki, ibn ün Nefis, beş ayrı yerde ibn Sina’nın kalp ve ciğerlerdeki kan dolaşımına Galenos'un görüşlerini de katarak ele alıyor ve büyük bir cesaretle, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde yenlerdeki kanın, septumda görülen veya görülemeyecek derecede küçük deliklerden kalbin sağ kulakçığından sol kulakçığına geçemeyeceğini, kalpten çıkıp damar yoluyla akciğere gidip, orada hava ile birleştikten sonra yine damarlar yoluyla kalbin soluna geleceğini söylüyor. Görüldüğü gibi burada anlatılan doğrudan doğruya akciğer kan dolaşımı veya küçük kan dolaşımıdır.
İbn ün Nefis’ln bu çalışmaları aydınlığa çıkarılmadan önce bilinenler şunlardı: 1543 yılında, yani Andreas Vesalius’un De Humanus Corporis Fabrica adlı eserinin yayımlanmasına kadar, kan dolaşımına İlişkin bilinenler Galenos’un görüşleriydi. Ancak Vesalius bu yapıtında kalbin sağ ve solunu ayıran perdede delikler olmadığını göstermişti. Onu izleyen Realdus Colombus ve Servetius, kan kalbin sağ tarafından sol tarafına bu perdeden geçemeyeceğine göre nasıl geçeceği sorusunu akciğerler yoluyla diye yanıtlıyor. Böylece akciğer kan dolaşımını bulmuş oluyorlar. Realdus Colombus 1559’da Venedik'te yayınladığı De re Anatomica da, yine Servetius da 1553’te Viyana’da yayınladığı Christianisme Restitutio adlı yapıtında akciğer kan dolaşımını açıklıyor. Ancak ortada İlginç bir durum var, İbn ün Nefis’in küçük kan dolaşımını açıkladığı yapıtı, Eben Nefis Philosphia Medici Expositio Superquintum Canonem Avicennae ab Andrea Alpago Bellinium si ex Arabium In Latinum Versa adıyla Latinceye çevriliyor ve Venedik’te 1547 yılında basılıyor. Servetius'un eserinin 1553’te Viyana'da, Colombus’un kitabının 1559’da Venedik’te basıldığı göz önüne alınacak olursa, Max Meyerhof’un ifadesiyle doğrudan doğruya ibn ün Nefıs'ten yaralandıkları açıktır. Ayrıca, şuna da işaret etmek gerekir, İbn ün Nefıs'i çeviren Andrea Alpago da 30 yılını Suriye'de Arapça yazmaları araştırarak geçirmiş ve bunların çevirilerini yapmıştır. Ancak henüz bazıları yayımlanmamıştır.
Buna Prof. Dr. Aslan Terzioğlu’nun Ortaçağ İslam-Türk Hastahaneleri ve Avrupa'ya Tesirleri, Belleten XXXIV, s .121-170, yazısından aktaracağımız şu ipucunu da katabiliriz. 1218 yılında Haçlı ordusuyla gelen Bolognalı cerrah Hugo von Lucca, Hıristiyan yaralıların tedavisi için kendisine değil, Müslüman doktorlara gittiklerini söylüyor. Bunun üzerine üç yıl Selçuklu ordusundaki seyyar hastahanelerde çalışarak Müslüman cerrahların nasıl çalıştıklarını görüyor, onlardan yaralıları esrar, banotu ve âdemotuna batırılmış süngerle uyutup ameliyat yaptıklarını öğreniyor. 1221 yılında Bologna'ya döndüğünde bu yöntemi kullanarak ameliyat yapıyor.
Teknoloji
Şimdi de teknik alanda bir örnek verelim. 12. yüzyılın sonları 13. yüzyılın başlarında Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda dönemin en yetenekli bir bilim adamı, bir teknisyen yaşıyor: El Cezeri. Olağanüstü araçlara ilişkin eseri zamanımızda bütün dünya bilim tarihçilerinin ilgisini çekmiştir. Hill, El Cezeri'nln bu yapıtını, açıklamalarıyla birlikte The Book of Ingenious Mechanical Devices adıyla İngilizceye çevirmiş ve California Üniversitesi profesörlerinden Lynn White da bir önsöz yazmıştır. 1974’te basılmış olan bu yapıtın önsözünde Lynn White şöyle der: “Batılı bilim adamları konik valfın ilk defa Leonardo'nun çizimlerinde görüldüğünü sanıyorlardı. Oysa el Cezeri’nin resimlerinde görülmektedir. Ayrıca, parçalı disk El Cezeri’de görülür. Batı’da bu Giovanni ile ortaya çıkar. Francesco di Griorgio (ölümü 1501) ile de Avrupa makina çizimi genel terminolojisine girmiştir. Aynı zamanda diğer önemli bir hususta yeşil kumla, kapalı kalıplarda maden dökmeciliğine yer vermeyen tasvirdir. Bu yöntem Batı'da 15. yüzyıldan önce kullanılmamıştır. Bu örnekler ve diğerleri Uzak Doğu ve Müslüman icatlarının Batı'ya aktarılmış olduğunu göstermektedir."
Bütün bunlar Rönesans’ın doğuşunda yalnızca ilk dönemlerdeki bilimsel yapıtların değil, Türklerin İslam Dünyası'na egemen olduğu 11. yüzyıldan itibaren yapılmış çalışmaların da etkisi olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın Temmuz 2007 sayısında yayımlanmıştır.