Evrim ve beslenme

İnsan türünü diğer canlılardan ayırt eden en önemli özelliklerinin biri kuşkusuz beslenme rejimindeki çeşitliliktir. İnsan, omnivor (hepçil, hem etçil hem otçul) bir türdür. Dünyanın her yerine yayılmasına ve hemen hemen her coğrafyada yaşayabilmesine olanak sağlayan etkilerden biri de hiç kuşkusuz bu karmaşık beslenme alışkanlığında yatmaktadır. Kara ve deniz hayvanları, kuruyemiş, kök ve yumrular, hayvan yumurtaları, tahıl ürünleri, her türlü meyve-sebzeler, bal, süt ve süt ürünleri hatta bazen böcek bile yiyebilmektedir. Tüm bu kompleks beslenme, farklı coğrafyalarda hayatta kalabilmesini sağlayacak adaptasyon yeteneğini sağlarken aynı zamanda nüfusunda ciddi bir artışla sonuçlanmıştır. Ayrıca tüm bu farklı yaşam biçimlerine uyarlanma stratejimiz, doğayı dönüştürebilme yetimiz olan kültürümüzün de katkısıyla, insanın kendini dünyada biricik ve en önemli canlı olarak görmesine neden olmuştur. Fakat gerçekten öyle mi? Tüm bu biyolojik ve kültürel kazanımlara rağmen neden hala birçok sağlık problemiyle boğuşmak durumunda kalıyoruz? Modern endüstriyel teknolojiler sayesinde geçmişte binlerce insanın kitleler halinde yok olduğu salgın hastalıklar, erken çocuk ölümleri, beslenme yetersizliği gibi temel sağlık sorunlarıyla baş etmeyi başardık (en azından sanayileşmiş toplumlar için durum böyle). Ama son yıllarda ve özellikle gelişmiş ülkelerde obezite, tip-2 diyabet, kardiyovasküler hastalıklar, yüksek kan basıncı, kanser, depresyon, anksiyete, uykusuzluk, astım, alerji, diş çürüğü gibi daha burada sayamadığım birçok hastalığın oranı da hızla artmakta. Lieberman (2015), evrimsel bir perspektifle vücudumuzun zaman içindeki dönüşümünü anlamanın modern çağın hastalıklarını anlama da büyük bir önemi olduğunu vurguluyor. ‘Uyumsuzluk kuramı’ olarak adlandırılan bu kuram, evrim biyolojisini sağlık ve hastalık gibi konulara uyarlayan evrimsel tıbbın temelidir (Lieberman, 2015, s. 39).

Bizim erken insansı atalarımız küçük, gezici takımlar halinde yemek aradı ve avlandı. Afrika'da bir milyon ve daha fazla yıldır evrim, onların vücutlarını ve davranışlarını, çevresel şartların baskısı altında yavaşça uyarladı -buna tam olarak doğal seçilim deniyor (Wheelwright, 2017). Doğal seçilim; değişen çevrenin özelliklerine uyumlu bireyleri seçerken, uyumsuz olanları eleyerek popülasyonlar üzerinde değişim baskısı yaratır. Kültürel uyarlanmalarımız sayesinde çevresel şartları hızla kendi ‘avantajımıza’ değiştiriyorken, biyolojimiz bu duruma karşı uyumsuzluk gösteriyor. Bu da bizi birçok sağlık problemiyle karşı karşıya getiriyor. Örneğin birçok toplumda süt tüketimi oldukça yeni bir alışkanlıktır. Sütte bulunan laktoz (süt şekeri) glikoz ve galaktoz moleküllerinden oluşur ve sindirim yoluyla parçalanır. İnsan bebekleri bu parçalanmayı sağlayan enzimle beraber doğar. Bu enzimin görevi laktozu daha küçük parçacıklara bölmek ve bu şekli ile kan dolaşımına katılmasını sağlamaktır. Ancak çoğu insan toplumları bu enzimi 6-10 yaşlarından sonra yeteri kadar üretemez ve laktoz sindirimini gerçekleştiremez. Bu durum ishal ve gaz gibi belirtilerle hazımsızlığa yol açar. Modern tıbbın henüz oluşmadığı dönemlerde bu sorunlar ölümcül olabilirdi. Laktoza karşı toplumların geçirdikleri biyo-kültürel uyarlanma oldukça çeşitlidir. Beslenme rejimini büyük oranda hayvansal gıdalardan elde eden Doğu ve Güneydoğu Asya toplumları sütü yoğurt, peynir gibi fermente ederek, laktozun parçalanmasını sağlamışlardır. Bu sayede popülasyonda hala sütü sindiremeyen bireyler var olmaya devam edebilmiştir. Fermente yöntemini bilmeyen ve besinin büyük bir kısmını taze sütten sağlayan Kuzey Avrupalı ve Doğu Afrikalı toplumlar bu sorunu doğal seleksiyonla aşmak zorunda kalmışlar. Bu toplumlarda laktoz toleransı ilginç bir şekilde yüksek çıkmıştır. Muhtemelen laktoz enzimi üretmeyen çocuklar üzerinde yoğun evrimsel baskı oluştu ve popülasyonda yüksek oranda enzim üreten bireyler hayatta kalmayı başardı (Patterson, 2000, s. 1060). Peki, nasıl olmuştu da bu kadar külfetli olan süt tüketimi yayılmayı başarmıştı? Loren Cordain bu konuyla ilgili yeni bir hipotez sunmuştur. Ona göre laktazın sıtmaya karşı bir direnç sağlayan dolaylı bir etkisi vardı. Sıtmanın, plazmodium konakçısının yol açtığı para-aminobenzoik asidini (PABA) hayatta kalması için kullanması gerekir. Sütte PABA çok az bulunur. Bu nedenle süt ürünlerinden zengin bir diyet, sıtmaya karşı direnci destekler. Süt yetişkinlikte de sıtma direncini yükseltmek için bir yol olarak tüketmeye devam edilir (Leonard, Stock, & Valeggia, 2010, s. 86).

Besinlerle aramızdaki ilişki oldukça karmaşık ve çeşitli biyo-kültürel süreçlerden etkilenir. Yiyecek; önce fizyolojik sonra ekonomik, politik ve sosyal faaliyetimizin bir ürünüdür. Hazırlanması, dağıtımı ve tüketimi sosyal ağlar, kültürel uygulamalar ve bedensel deneyimler ile bağlantılıdır. Geçmişten günümüze beslenmemizdeki değişiklikleri ve farklılıkları anlamak, tüm bu karmaşık yapılar arasındaki ilişkileri anlamayı sağlar.

Arş. Gör. Nazlı Akbaş
Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Bu yazının tamamını Bilim ve Ütopya'nın ağustos 2017 sayısında okuyabilirsiniz...

Evrim
Etiketler
evrim
beslenme
alimantasyon
evrim vardır
nazlı akbaş
bilim ve ütopya