Bir fotoğrafa altyazı

Pazardı ve sabahtı. Artık bırakılmış bir bağın içinden aşağıya, asfalt yola indim. Gazetemi aldım, aynı yoldan eve dönüyorum. Yamaçta bir çeşme ve çeşmenin yanında ceviz ağacı var. Gölgesine çömeldim. Şöyle bir gözgezdirmek için açtım gazeteyi. Elini bana uzatmış gördüm onu. (Cumhuriyet, 25 Ağustos 1991.) Göğsüne dolanan halata asılı, uzağa (ve belki geleceğe) bakan gözlerindeki gülümseyişte, bir tarihin başlangıç amacı ile bitişindeki anlam arasında, mantığı derinden sarsan karşıtlık duyumsanabilirdi.

“Duyumsanabilir de” derken Nazım’ın dizesi akıverdi belleğimden: “Kimdin, nerden geldin, ne yapardın?”

Belki çarlık nişanlarının, eski muslukların, paslı kapı kollarının, yani hurdaların arasına atılacaktın; belki de yeniden eritilerek ya bir kiliseye çan (ve haç), ya da yeni dünyanın artık tek egemeni “kapital”in tapınağına kapı tokmağı olarak dökülecektin.

***

Askerliğim bitmiş, Ankara’ya dönmüştüm. Yeni partilerin, yeni seslerin ve sözlerin havasını solurken başkent, yeni tanıdığım bir dostun evinde karşılaşmıştım onunla. Belki yirmi yıl, belki otuz yıl gizlide korunmuş bir kitap kapağının üstünde basılı adıyla. Bölüm bölüm soğururken kitabı, dünyanın üzerimden ağır ağır indiğini duyumsardım ve dünyanın üzerine oturmaya başladığımı da.

İkinci gençliğimi geçiyordum ama, tarihin neresinde duruyordum, çok iyi bilmiyordum o zaman. Çağın neresine konduğumun bilincinde olanlar karşısında, bilmiyordum çağın neresinde durduğumu. Jack London’un Kurt Kanı’ndaki köpeğin soyundaki kurt olmadığımı biliyordum ama, kendimi ve nerede durduğumu bilmek için biraz da onu bilmek, öğrenmek gerektiğini yeni yeni kavrıyordum.

Daha sonra bilecektim biraz da oydu nazi işgali alaltındaki Paris’in altını ışıtan direnişçi. Madrid kapısında non passaran diyen, falanjizme direnen nöbetçi. Emekçilerin özgürlük marşı. Ezilenlerin  bağımsızlık türküsü.

Cuntalar, darbeler, faşizmin zindanları, işkence hücreleri, darağaçları biraz da onu durdurmak için döşenmedi mi tarihin yoluna!

***

Geçen yıldı. Noeldeydi. Frankfurt Belediyesinin önündeki sütunlara yapıştırılan kâğıtlardaki Gorbaçov’un çağrısını çevirdi arkadaşım: Rusya’ya yardım edin! Aynı sütunlara yapıştırılmış posterlerde acı yüzüyle Gorbi. Yaklaştım. Kimi 10 fenik atıyordu yardım kutusuna, oysa Altona İstasyonunda tuvaletin kapı kolunu çevirebilmek için 20 fenik atmam gerekmişti. Öl be! dedi içimdeki isyancı, Öl daha iyi! Nice insan öldü senin onurunu korumak için, insanın onurunu korumak için, çağın onurunu korumak için. İşkencede, ip altında!

Şimdi, onun boşluğa uzanan eli. Öyle algılıyorum ki, kaygıyla gösteriyor, boynuna geçirir gibi göğsüne halatı dolayan ellerin hangi kapıya uzanmaya hazırlandığını. Çünkü diyor o, ben onları sevmeye yargılıyım! Bugün heykelimi yıkacak denli özgür oldukları için yıkıyorlar heykelimi. Çara, soylulara, toprakbeylerine, kiliseye geleneksel bağlarla bağlı olmaktan kurtuldukları, onlardan özgür oldukları için. Ama kendileri özgür mü?

İnsanlar bir bağımlılıktan (feodal egemenliğe bağımlılıktan) kurtulduktan üç çeyrek yüzyıl sonra, bir başka bağımlılığa (uluslararası sermayenin egemenliğine bağlanmaya) bir an önce ulaşmaya can atıyorlarsa, bu, tarihin sorumluluğu olarak algılanabilir mi? Çünkü biz, tarihsel süreçte, onları, ilkin feodal egemenliğin bağımlılığından kurtardık; ikincisi sermayenin egemenliğinden kendilerini koruyacak yolu açtık.

Onun içindir ki, ne kendimi heykel yaptım, ne heykelimi kendim yaptım. Heykelde simgeleşen de ben değilim. Bir toplumun ve bir çağın düşüncesidir, istencidir, inancıdır, özlemidir. O toplumun ve çağın ben’idir heykele yansıyan.

25 Ağustos 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Lenin'in sökülen heykelinin fotoğrafı yer alıyor… Gazetede fotoğrafın altına, “SSCB’nin Baltık cumhuriyetlerinden Litvanya ve Estonya’daki Lenin heykelleri, göstericilerin büyük tahribatı altında söküldü” notu düşülmüş.

Onun için de yıkılan ben değilim, aşağı çekilen de.

***

Tunçta benim gövdeme benzeştirerek simgeledikleri kendi tarihsel ve toplumsal istençlerini, bir gövdeyi ipe çeker gibi boğarken, neden böyle karnavaldaymış gibi çılgınlaşıyorlar, gülüyorlar. Kime, neye? Bana mı, kendilerine mi? Ya da kendi geçmişlerine mi?

Çarlığın hapisanesinde halkların, henüz göçebe ve çoban olan halkların da, özgürleşmeleri için, kendilerini özgürce yönetecekleri, geleceklerini serbestçe belirleyecekleri bilgisiyle bilinçlenmeleri için savaşmış olan milyonlarca insanın anısına gülüyorlarsa, yani onlar kendilerinin bilincine ve özgücüne varmak yerine, her zaman bir başka çar aramaktan kendilerini kurtaramadılarsa, bugün adına Kapital denen yeni çarın ardından koşuyorlarsa, benim cansız boynuma sicim geçirerek bunca yıl pusuda beklemiş çağdaş (çardaş değil) çarın pençesinde özgürleşeceklerse, yani, benden kurtularak kendilerini kurtaracaklarsa, tek bir insanın kurtuluşuna bin heykel(im) feda olsun!

* Bu yazı 29/31 Ağustos 1991’de “Cumhuriyet” gazetesinde yayımlandı. Yazının yayımlandığı günlerde, SSCB’nin Baltık cumhuriyetlerinde Lenin heykelleri kutlamalarla yıkılmaktaydı. Geçtiğimiz ay içerisinde Ukraynalı liberal ve faşistlerin kol kola Lenin anıtlarına saldırdıkları göz önüne alınırsa, yazı halen güncelliğini korumaktadır. Sayın Erdost’a yazısını kullanmamıza izin verdiği için teşekkür ediyoruz (Bilim ve Ütopya).

Muzaffer İlhan ERDOST

Bu yazı Bilim ve Ütopya'nın ocak 2014 sayısında yayımlanmıştır.

Toplumsal Mücadele
Etiketler
lenin
bolşevik
ekim
rus devrimi
muzaffer ilhan erdost