Ateş, su, toprak, tahta

Biliyorum ki bu dört nesnenin adını duyduğumuz zaman hepimizin aklında Cem Yılmaz’ın GORA filminin o meşhur sahnesi canlanıyor.  O meşhur sahneye geçmeden önce gelin sizlerle küçük bir gezintiye çıkalım.

Hiç bilmediğimiz bir yerde,  hiç bilmediğimiz bir ormanın içerisinden geçiyoruz. Elli metre kadar ilerde sık ağaçların sonlandığı görülüyor, oraya doğru yürüyelim. Yaklaştıkça rengarek bir vadiye çıkıyoruz. Bak, sağ tarafta bir kelebek, bir başka kelebeğin etrafında dönerek dans ediyor. Sanırım bu, eşini ikna etmeye çalışan bir kelebeğin muhteşem aşk dansı. Bu eşsiz bahçede çiceklere zarar vermeden yürüyebilmek de oldukça güç gözüyor. Vadi de oldukça büyük ve ucu bucağı gözükmüyor.

Böyle bir havada yağmur beklemiyordun fakat bulutlar oldukça hızlı kararıyor ve iyice bir araya toplandılar. Her an yağmur başlayabilir. Yağmura yakalanmadan evvel kendine sığınacak bir yer bulmalısın. Ormanın içinde yürürken eski bir dağ yolu gözüne ilişmişti. Galiba en iyi fikir o yolun devamının nereye vardığına bir bakmak. Yağmur da hafif hafif çiselemeye başladı. Yükselen toprak kokusunu şöyle derin bir nefesle içinde hisset. Yine de acele etsen iyi edersin, yağmur iyice şiddetlenmeye başlıyor.

İşte! Şu küçük nehrin yanındaki tahtadan kulübe, yağmuru atlatmak için oldukça iyi duruyor. Kulübenin kapısı açık, içeride de kimse yok. Tek odalı, oldukça huzurlu bir yer gibi. Yağmur da gitgide şiddetleniyor; en iyisi içerde beklemek. Islanan elbiselerini şöminenin önünde biraz kurutsan iyi olur. Geçen bir saate rağmen gelen giden yok, yağmur da daha da şiddetlendi. Gidebileceğin hiçbir yer yok. Öyleyse kendini nehirdeki suyun sesine bırak. Şöminenin yanında duran odunlardan birkaç tanesini ateşe koy. Ateşin çıtırtısını duyuyor olmalısın.

Toprak kokusu, nehrin akıntısının sesi, ateşin aydınlattığı tek odalı tahta bir kulübe ve yanarken çıtırdıyan odunun sesi. Bu huzuru hissettiniz mi? Hiç bilmediğiniz bir yerdesiniz, dışarıda oldukça şiddetli yağmur yağıyor, hava gittikçe kararıyor; fakat içinizi kaplayan bir huzur var. Gelin şimdi hep beraber bize bu huzuru neyin hissettirdiğine bir bakalım.

Evrim denildiği zaman aklımızda ilk oluşan düşünce, biyolojik zamanlar boyunca türde olan değişimlerdir. Canlı, bu değişimlerin varlığı ile birlikte evrimsel süreçte yapısal değişikliklere uğrarken, bizim duygu ve davranış olarak nitelendirdiğimiz bazı olaylar katılımsal olarak bügün yaşayan türlere kadar aktarılmıştır.

Bugün modern insan dediğimiz bizlerde de bulunan birçok duygusal özellik, atalarımızdan ve atasal akrabalarımız olan primatlar veya iri beyinli yüksek memeliler dediğimiz grubun kalıtsal mirasıdır. Bugün kalabalık bina yığınlarının ortasında, dört duvar içinde yaşayan ve ateşi en çok bir gazın yanması ile gören, suyu musluktan akarken tanıyan bizler, en başta anlattığımız duyguları neden besliyoruz?

Öncelikle insanlık tarihine bakacak olursak güncel olarak bilinen en eskiden başladığımızda 7.2 milyon yıllık bir zamanı gözden geçirmemiz gerekiyor. Peki, insalık bu uzun tarihsel serüvende son kaç yıldır şehirlerde, duvarlar arasında ve ayaklarına birer çift pabuç geçirmiş bir şekilde yaşıyor? Bu sorunun cevabı bugün hala ayaklarımızdan pabuçlarımızı çıkarıp toprağı tabanlarımızda hissetiğimiz andaki rahatlamada mevcut veya şehrin kirli havasının içinde yaşarken, yağan bir yağmur anında burnumuza gelen toprak kokusunun verdiği mutlulukta gizlidir. Etrafımıza ördüğümüz duvarlar da henüz çok yeni. Ağaç üzerinde yaşayan, ağaçlara tutunarak uzun zamanlar geçirmiş bizler, öyle ki halen tahtadan, bugün daha modern haliyle ahşap evlerde hissettiğimiz mutluluğu içimizde taşıyoruz.

Su, şüphesiz ki dünyamızı diğer gezegenlerden ayıran en önemli bileşiklerden birisidir. Birçok yerde yaşam kaynağı olarak da nitelendirildiğini görürüz. Yalnızca insanlar için değil, tüm canlılar açısından benzer önem taşımaktadır. Önceleri daha çok göçebe olarak yaşayan insan toplulukları, göç ederken dahi bu su akıntılarının yollarını izlemişlerdir. Dünya üzerinde en fazla primat fosilinin çalışıldığı yerler su yataklarının yakınlarıdır. Ren Nehri kıyıları ve Doğu Afrika’daki Büyük Rift Vadisi’nde yapılan çalışmalar bunları bizlere net olarak sunuyor. Çünkü suyun varlığı, canlılığın varlığı anlamına gelmektedir. Bunu, yaşamının henüz başında keşfeden insanoğlu ondan hiçbir zaman sudan uzaklaşmamıştır. Tarıma geçildikten sonra da ilk yerleşilen alanlar yine su kenarları olmuştur. İnsanoğlu için su her zaman bolluğun ve bereketin simgesi dir. Onun için duyduğumuz bu akıntılar bize huzurlu hissettirmektedir.

Ateşin tam olarak ne zaman bulunduğu halen tartışma konusu olmakla birlikte bilinen en eski kanıt 1.7 milyon yıl önce kullanılmış olmasıdır. Ateş, insanlık tarihine baktığımızda çok büyük anlam ifade etmektedir. İnsanlar ateşin bulunmasından bu yana onu birçok farklı amaç için kullanmışlardır fakat bize başlangıçtaki duyguları hissetiren şey insanın, ateşi doğanın yırtıcılığından korunmak için kullanmasıdır. Örneğin bir kamp alanındasınız ve gece etraftan gelen ürkütücü hayvan sesleri var. Hemen gruptan birisi kontrollü bir ateş yakmayı ve onun ardından dinlenmeye geçmeyi önerir. Atalarımızın da yaptığı tam olarak buydu. Gecenin karanlığında yakılan bir ateş, onları doğadaki saldırganlara karşı güvende tutuyordu. Onlar için ateş, o anda güven ve huzurdu.

Tüm bunları göz öünde bulundurarak baktığımızda ateş, su, toprak, tahtaya farklı bir anlam yüklemiş olabiliriz. Kimilerinin bu fikirlere katılmasıyla birlikte, kimilerinin de GORA’daki gibi “element uydurma” dediğini duyar gibiyim.

Burak KURT
Ege Üniversitesi Biyoloji  Bölümü
Bilim ve Ütopya İzmir Temsilcisi

Evrim